Londra’daki gezimize devam ediyoruz. Görülmesi gereken yerler sırasında Tower Bridge, Thames Nehri, London Eye, Saat Kulesi ve Trafalgar Meydanı var.

Tower Bridge’e kadar metroyla gittik. Sonra tabanlara kuvvet. Çok turist var; sanıyorum başı Hintliler çekiyor. Bu sadece benim gözlemim. Zenginlik ve varlık mıknatıs gibi insanları etrafına topluyor. Osmanlı da geçmişte aynıydı. Sınırlarımız içindeki ülke vatandaşları için de İstanbul bir çekim merkeziydi. “İstanbul’un taşı toprağı altın” sözü geçmişten günümüze gelmiş; ama şimdi lafta kalmış bir söz. Geçim ve yaşam koşulları yıllardır İstanbul’da çok zor.

Yine de İstanbul’umuz turizm açısından önemli bir yer. Bangkok, Londra, Paris ve Dubai’den sonra beşinci sırayı alıyor.

Özellikle Christmas zamanı olduğu için Londra soğuğa rağmen bile çok kalabalık. Her yıl ortalama 20 milyon turist geliyor bu şehre. Kalabalık demek para demek tabii ki. Akan para da dönen ekonomi çarkları. Ve yankesicilik. Londra’da her 6 dakikada, bir cep telefonu çalınıyormuş mesela. Bir de şikayetçi olmayanları sayarsak süre dört dakikaya kadar düşer. El kadar bir cihaz bu kadar pahalı olunca yankesicilerin hedefi olması normal. Ayrıca çalınması en kolay şey. Herkesin elinde. Elde olunca dikkatler dağınık tabii. Kap kaç!

                           

Kensington Londra’nın en iyi ve dolayısıyla pahalı bir bölgesi. Otellerde çalışanlar Bulgaristan, Litvanya, Polonya, Hindistan gibi başka ülke vatandaşları. Kimi sekiz yıl kimi de on yıldır bu şehirde. Sabah kahvaltıda garson kızlara, “Burada mutlu musunuz?” diye sordum. “Hayır!” dediler. Her şeyleri tam olsa bile gurbetteler. Kolay mı gurbette yaşamak?

Havaalanından bizi otele getiren Uber şoförü de Romanyalıydı. Ailesi memleketindeymiş. Çocuğu hastaymış. Karısı ve çocuğunu çok özlemiş. Yılbaşı tatili için gideceği için çok heyecanlıymış. Çavuşesku’yu sordum. “İyi adamdı, kıymetini bilemedik. O başımızda olsaydı biz gurbette olmazdık,” dedi.

Halk ayaklanmaları sonrası liderler devriliyor. Rejimler değişiyor. Beklenti daha iyi olacağı yönünde. Ama daha iyi olanını gören var mı?

Örneğin; Irak, İran, Suriye, Libya, Afganistan eskisinden iyi mi? En iyi rejim hangisi? Bu bir ütopya galiba. Ama benim bildiğim bir şey varsa o da en iyi rejimin ekonomik gücü eline almış ve bunu kamu yararına harcayan yönetimin olduğu rejim. Öyle olunca istihbarat, ordu, reel sektör güçlü oluyor. O ülkede bomba patlamıyor, istila tehlikesi yok, yeraltı ve üstü zenginlikleri sömürülmüyor. Bilakis bunu o ülke yapıyor.

Ulus devletleri bir bir bitirilmeye çalışılırken, bitirmeye çalışanlar daha da çok sarılıyorlar ulus olma değerlerine.

Londra monarşi ile yönetiliyor. Halkın içinde de buna çok kızanlar var. Fakat Birleşik Krallık Monarşisi ne yapıp ne edip bir yolunu bulmuş çağa ayak uydurmuş; bazı durumlarda ise asla ödün vermemiş. Ödün vermediklerinin içinde öyle şeyler var ki bu devire göre lüks olmanın ötesinde, kibirin ve saçmalığın zirve noktasında.

Tony Blair tüm dünyada parlar, ülkesinde çok sevilen bir başbakanken Kraliçe Elizabeth yanına çağırır ve sorar, “Sen monarşinin başı olsaydın ne yapardın, nelerden vazgeçerdin, neleri ilave ederdin?”. Blair bu cevap için çalışacağını söyler ve izin ister. İkinci görüşmelerinde dersini çalışmıştır. Dosyaları açar ve kendinden emin tek tek sıralar: “Saraydaki bazı işler var ki artık fıkra konusu oluyor. Bunlar mutlaka sorgulanmalı ve icabına bakılmalı. Örneğin Kraliyet Kuğu Bakıcısı ne iş yapar? Bardak sorumlusu, peçete katlayıcısı diye iş mi olur? Kapı kabul görevlisi olması şart mı? Ve daha bir sürü gereksiz protokol ve görevlisi var. Bunların maaşları bu halkın vergileriyle ödeniyor.” Kraliçe bozulur, şaşırır ve susar. Kibarca yollar hükümetin başını.

Sonraki günlerde bu görevlilerle tek tek mülakat yapar. Onları büyük bir sabırla dinler. Daha sonra konuyu tahtın varisi, oğlu Charles’la ve kocasıyla tartışır.

Ve başbakanı tekrar görüşmeye çağırır. Blair o kadar güçlü ve kendinden emindir ki her hali ve tavrı bunu yansıtmaktadır. Popülerliği sarayı çoktan aşmıştır. Ama bu gelişinde şaşkındır, kafası karışıktır. Çünkü birkaç gün önce kadınların oluşturduğu örgüte yapmış olduğu, gelenekçiliğe aykırı konuşmasında ilk kez yuhlanmıştır. Hatta birçok kadın salonu terk etmiştir.

Kraliçe, “Sayın başbakan nasıl oldu da bu kadar popülerken, güçlüyken ve zirvedeyken yuhlandınız?” diye sorar. Blair şaşkınlıkla kekeler. Elizabeth konuşmasını sürdürür. “Bazı işler saray dışından lüzumsuz olarak görülebilir. Hatta bu büyük bir şatafatın ve kibirin körlüğü olarak bile algılanabilir. Ama bir gerçek var ki İngiliz halkı her ne kadar zaman zaman buna kızsa da sıkıştığında bu kibire güvenir. Bilir ki o kibirin sahipleri yüzyıllardır süren geleneklerin, kadim bilgi ve kültürün sahibidirler. Bu yüzden bu meslekler sarayda devam edecek Sayın Başbakan, çıkabilirsiniz!” der.

Bilindiği üzere Tony Blair’in parlak kariyeri birdenbire söndü. Hem de bizim ülkemizde konu bile edilmeyecek bir olay yüzünden. Güya Blair bir iş insanının yatıyla tatile çıkmış ve tatilin masraflarını o iş insanı ödemiş. Hadi buyurun! Bu kişi misafir olamaz mı? Arkadaş olamazlar mı? O da o iş insanını başka bir zaman ağırlamış olamaz mı? Bizde olur, onlarda olmaz!

Bence bu işte bir bit yeniği var. Sen misin monarşinin başından daha popüler olan? Olamazsın. Kadınlar örgütünde yuhalanması da tatilin basına yansıması da tesadüf olamaz.

Bir önceki yazımda olduğu gibi yine bir cevahir yumurtlayayım:

“Bütün seçilmemişler seçilmişlerden korkar. Kitlelerden oy almış, çok güvenilen, liderlik özelliği taşıyan bir politikacı tehlikelidir. Hele de işçi partisinin başıysa ve hükümet kurmuşsa daha da tehlikelidir. Ya devrim yaparsa ya halkı arkasından sürüklerse... Tehhh kabul edilemez. Acil harcanmalıdır!”