Değerli dostlar,
Hepinizin kıymetli tecrübeleri muhakkak vardır. Herkes neler gördü, neler yaşadı...
Kültürümüzden gelen o muhteşem hassasiyetimizle insanlara yardımcı olmak için çırpınıyoruz. Evet, dinimiz gereği, kültürümüz gereği karın doyurmak hasletine sahibiz. Bu da böyle devam etsin.
Ancak bu coğrafyada, bu himmet isteme, karşılıksız bir şey alma artık dilenmeyle ulandı gitti.
Yahu, bir gün biri gelsin de desin ki:
“Ağabeycim benim karnım aç, ama param yok. Sizin için ne yapabilirim? Karşılıksız yemek yemek istemiyorum...”
Birçok kez karşılaştım. Para istiyorlar, genellikle de mazeretleri “memleketime gideceğim” oluyor.
Ben de çoğu zaman şöyle diyorum:
“Tamam, kardeşim, istediğinden fazla vereceğim ancak aslan gibisin, gel şu işi yap, al paranı,” diyorum.
Şimdiye kadar bir kişi kabul etti; o da arkamı döndüğümde kaçmıştı...
Bir de otostopçu olanlar var!
Günde en az yetmiş arabaya biniyorlar, yirmi liradan aşağı da veren yok. Elli veren de oluyor, yüz veren de... Aylık kazancını siz hesap edin.
Bursa'da ara yollarda böyle bir sürü adam türedi. Bana aynı adam bir hafta içinde iki kez denk geldi.
Kimse kusura bakmasın bu kadar dilenciyi;
“Ağabey çocuğum hasta. Falanca akrabanın fabrikasına uğradım beni kovdu, ‘Bana mı sordun lan çocuk yaparken!’ dedi,”
diyen bu üçkâğıtçıları biz yarattık.
Utanmaz, arsız, modern zaman dilencilerini...
Yıllar önce Almanya'da tren istasyonunda bir adam çöp kutusuna yaklaşmıştı.
Çok temiz giyimliydi, elinde bir poşet vardı. Çöp atacak sandım. Papyonu çok ilgimi çekmişti. 65 yaşlarında bir beyefendiydi.
Sonra çöpü karıştırmaya başladı; plastik eldivenleri vardı, şişe topluyordu...
Bu insanın yanına gidip para vermeye kalksanız ya asla almazdı ya da çok sıkıla sıkıla, kızara bozara alırdı, eminim.
Yine Almanya'da, bir alışveriş mağazasının en üst katında, eşimle yemek yiyorduk.
Bir genç adam -muhtemelen 45 yaşlarında- kimseyi rahatsız etmeden, masaların çok dışından, ortamı küçük adımlarla adeta tavaf ediyordu.
Eşime, “Bu beyefendinin karnı aç ama kimseyi rahatsız etmeden, karnını doyuracak bir hayırsever arıyor,” dedim ve ekledim “Ben ona yemek ısmarlayacağım.”
Eşim ısrarla reddetti:
“Mümkün değil bunun için burada olamaz, sakın böyle bir şey yapma!”
Adamcağızla sadece göz teması kurdum. İki gözümü kırptım, yanıma geldi. Orası self servisti; aşağı yukarı mükellef bir yemek kaç paraya yenir biliyordum. Tokalaşır gibi parayı verdim.
Hiçbir şey söylemeden, teşekkür dahi etmeden hemen gidip kendine yemek aldı. İki-üç masa ileriye oturdu. Tepsisinde bira bile vardı. Ortamda sırıtmıyordu. Son derece iştahla yemeğini yedi.
Eşim teşekkür etmemesine takılmıştı...
Güzel giyimliydi, kültürlü birine benziyordu, ihtiyacı da olabilirdi ama niye teşekkür etmemişti?
Bizde olsaydı, “Allah razı olsun ağabey, tuttuğun altın olsun ağabey!” gırla giderdi.
Biz keyif yapıyorduk, kahve faslındaydık.
Aynı bey yanıma geldi, eğildi ve:
“SEHR SMECKT, DANKE SCHÖN” (Çok lezzetliydi, teşekkür ederim) dedi.
Avucuma fişle birlikte 1 euro, 50 cent bıraktı.
Demek ki yemek 18,50 euro tutmuştu.
“Bu da senin olsun,” diyemedim.
Dİ-YE-MEZ-DİM...
Çünkü o, yemek yemeye gelmişti ve yemişti. O kadar…
Bunun üzerine eşimle uzun uzun konuştuk.
Sonra dışarı çıktık, aynı adamı yine gördük. Ne mi yapıyordu?
YERDEN İZMARİT TOPLUYORDU.
Ee ,o yemeğin üzerine bir “keyif sigarası” içilirdi, değil mi?..