Yanımdaki masada bir bey oturuyor. “Ne kadar az yiyecek almış,” diye bakıyorum. Bende de pek fazla bir şey yok ama onun tabağıyla mukayese dahi edilemez. “Koca gün ayakta duracağım, sıkı kahvaltı etmeliyim. Zaten fuar alanında pek yemek zamanımız olmuyor, hem de doğru dürüst bir şey yok,” diyerek bastırıyorum içimdeki az yemeliyim duygusunu.
Açık büfe kahvaltıda neler var neler… Çay tiryakisiyim; güzel ve sıkı bir çay altlığı olsun, yeter bana. Ama Almanya’daki Heimtextil Fuarı çok önemli, gurbetteyim, boşver, yemediğin günlere say. İç sesim “şu kibar beye bakma” diyor ama dayanamıyorum. Mıç mıç yapıyor ve bir yudum kahve alıyor.
Beş yıldızlı Frankfurt’un en güzel otellerinden birindeyiz. Kahvaltım bitti. Artık etrafı izleyip, çayımı yudumlayıp tur otobüsünün kalkacağı ana kadar keyif yapabilirim.
Yıl 2006, yani 19 yıl olmuş o andan bu ana dek. Peki, bana nedir o sabahki anıyı bunca yıl sonra hatırlatan. Sıradan bir iş gezisi, kahvaltı sabahı keyfi…. Hepsi buysa hatırlamamam lazım. İz kalmazsa maalesef hatırlamıyor insan beyni. Demek ki izi kalmış.
O sabaha geri dönelim.
Yanımdaki ne zayıf ne de çok kilolu bey kahvaltısını bitirdi ve kahvesinden son yudumunu aldı. Ve kalktı. “İşte,” dedim, “budur; midesi rahat, sindirimi rahat, kafası rahat.” Bizim millet yemiyor, adeta öğütüyor. Etrafa bakıyorum gerçekten bizim grup sıkı kahvaltı yapıyor. Herkeste her şey var. Tadımlık da olsa alınmış, tabaklar doldurulmuş.
Adam giderken çantasını ve montunu bırakmıştı. Arkasından seslendim ve gösterdim. Güldü ve “Orada kalsın” işareti yaptı. Kendime kızdım. “Sana ne,” dedim, “self servis sonuçta, herif kendine bir kahve daha alacak, keyfinin kâhyası mısın?”
Beyimiz az sonra en büyük servis tabaklarından biriyle geldi. Sıkı durun: Tabak ağzına kadar, tepeleme ızgara tavuk kanadıyla doluydu. Gözlerime inanamadım. Elleriyle, çatal kullanmadan kanatları sıyırdı. Kalktı, gitti, yine geldi. Bu kez tabakta tepeleme göz yumurta vardı. Lütfen, ne olur bana inanınız: En az yirmi yumurta vardı tabağında. Hepsini yedi. Gitti, yine geldi; bu kez tabak domuz pastırmasıyla doluydu. Onlar bitmeden self servise aykırı bir şey oldu. Bir genç bayan garson tepeleme tostla geldi ve devamında “Ne istiyorsunuz?” diye sordu. Adam füme somon istedi. Porsiyon belliydi: Büyük servis tabağı ve tepeleme.
Tur sorumlusu, “Otobüs kalkıyor,” dediğinde, garson bir tabak dolusu rokfor peynir tabağıyla masaya gelmişti. Gözlerimi alamadan masadan kalktım. Kapıya yöneldiğimde arkamdan “Sir, jacket!” diye seslenen bu kez oydu. Döndüğümde, sağ elindeki bıçağıyla ceketimi gösterirken, bir yandan da sol elindeki çatalla ağzına bir şeyler sokuyordu.
Otobüste düşüncelerim karmakarışıktı. Az yediğine bakıp özendiğim adam nasıl on dakika sonra insanı kusturacak bir iştahla ve abartı miktarda yemek yemeye başlamıştı? Asla bu miktarda yemek yenemezdi. Miktar, bizim gruptaki en çok yemek alan kişinin porsiyonundan yaklaşık yirmi kat fazlaydı. Garsonların yemek getirmek için yarışmalarına ne demeliydi? Orada ne olmuştu? Gizli kamera şakası olamazdı; olsa bile kimse bu kadar yiyemezdi. Hem yayınlanması için birinin gelip izin istemesi lazımdı.
Acaba biz bulunduğumuz boyutu değil, düşündüğümüz boyutu mu yaşıyorduk? “Ne az yedi,” dediğim adamı, benim düşünce dalgalarım mı yönlendirmişti? Ben bir rüya mı görmüştüm?
Ne zaman yurtdışına çıkıp sabah kahvaltısında açık büfeye girsem, aklıma bu olay gelir. “Neden sormadım, neden?” diye pişmanlıktan kavruluyorum yıllardır. O zaman da sormak istemiştim. Cesaretimi kıran “Bu adam neden bu kadar çok yemek yiyor?” sorusunun saçmalığıydı. Kimse için bu sorulamazdı ki. Şimdi olsa herhalde sorarım; çünkü çok ama çok merak ettim ve hiç unutmadım.
On yıl önce Birmingham’dan Londra’ya doğru otobüs yolculuğu yaparken daha doğrusu otelde açık büfe kahvaltı esnasında aklıma gelmişti ve “Unutmamalıyım, yazmalıyım,” demiştim.
O olay üzerine tahmin yapmaktan başka bir şey gelmez elimden. En büyük olasılık o bir yeme şampiyonasına hazırlanıyordu ve o zincir otelde onun sponsoruydu. Az önce sakince kahvaltı etmiş, kahvaltıdan sonra da işine başlamıştı. Evet, ama beni “çok az yedi” ve “bu kadar da yenir mi” düşüncelerine beş dakika içinde aynı adama yoğunlaştıran neydi?
Cevap belli: 19 yıl sonra bu satırları sizinle paylaşacak olmam. Başka ne açıklaması olabilir ki?
Ben o gün basit bir zaman diliminde oradaydım, vardım, yaşıyordum ve bakın şimdi de yazıyorum. Şimdi, şu anda, bu zaman diliminde de varım. Var olduğumun ispatıdır, yazım.
(O adam şimdi acaba nerede, yaşıyor mu, bu sabah kahvaltıda ne yedi? Neden o kadar yedi? Benim uğurlu sayım yedi, kedi fareyi yedi. Huni, huni, huni…
Deli neden huni takar? Ben takanı hiç görmedim. Karikatüristler deliyi huni ile sembolize ettiler de ondan mı? Başka ülkeler de deli karikatürü çiziliyor mu? Normalde huni kafaya sığmaz. Aslında deliler ya da delirecek olanlar için büyük huni yapılmalı, şapka gibi kafaya oturması lazım.
Üstü yine aynı olsun hava alsın…)