Üniversitenin ilk günlerinde tanıştım satrançla, yani çok genç yaşımda. Sonra hemen küstüm. Çok odaklanamadığımdan mıdır, iyi oynayanlara mahcup olma korkusundan mıdır bilinmez, tüm kuralları öğrenip hemen sıvışmıştım. Ve heyhat, altmışa giriverince birdenbire yine barıştım.

Oğlum Arda internetten bağımlı olup oynamaya başlayınca beni de barıştırdı. Chess.com diye bir program indirdik ve başladık oynamaya. Dünyanın tüm ülkelerinin bireyleriyle oynuyoruz. Harika bir program yapmışlar. Her seviyeye, dakikaya göre bir odaya giriyor oradan eşleşiyorsun. Çok keyif alıyorum. Ve kendime inanamıyorum. Ben ve satranç: ŞAŞILACAK ŞEY!

Şah bıraktığım yerde duruyormuş meğer. Yine tıpış tıpış yürüyor. Ama yine her yöne. Ee şah olmak böyle bir şey işte. Koşacak, kaçacak, zıplayacak değil ya! Onu koruyup kollayacak, onun için canını verecekler var nasılsa.

Turna Koyu’ndayız. Yan komşumuz Mesut ağabeyle kâh terastan terasa, kâh denizde laflıyoruz. Kendi meşrebince ayaklı tarih. Ağzının içine bakıyorum. Bu sabah denizde ellili yıllara gittik birlikte. Babası rahmetlik İbrahim Akçay, 1955 yılında Denizli Ticaret Odası başkanıymış. Sekseni aşmış Mesut Akçay, sanki dün yaşamış gibi o günleri anlatıyor. Burada bir virgül koyup üç gün önce damadım Alper’le Didim yolunda yapmış olduğumuz sohbete azıcık değinmek istiyorum.

Ellili, altmışlı yıllardaki bugün unutulmuş ünlü sanatçılardan dem vurmuştum biraz. Eskiden ses sanatçılarının çay bahçelerinde sahne aldığından bahsettiğimde şaşırıp kaldı. Bir mühendis kafasıyla çay bahçesi kaç kişi alır, oradan alacağı parayla nasıl geçinir benzeri sorular sordu ardı ardına. Haklıydı. O günün para kavramını, tüketim araçlarını, yaşam biçimini anlatmak gerçekten zordu.

O günlerde piyasada kuruşun bile küçüğü olan para birimlerinin olduğunu nasıl anlatacaktım.

Yine Mesut Akçay ağabeyimle söyleşimize dönelim. Zaten konu damadımla yaptığım sohbetten çıkmıştı. “Özkancığım, yeni kuşağa o yaşamı anlatmak zor,” diye sürdürdü konuşmasını. “Kuruşun altındaki birim 10 paraydı. Yani eski deyimiyle metelik. Meteliğe kurşun atmak deyimindeki metelikten bahsediyorum. 40 para ise 1 kuruşa denk geliyordu. Babam borsada işçi yevmiyelerini belirlerdi. Bir işçi yevmiyesi 4 liraydı. 1 kilo et 80 kuruştu. Bir okka rakı 70 kuruştu. 1953-55 yıllarında bir işçi bir günlük yevmiyesiyle 5 kilo et alıyordu.

Şimdi senin damadınla konuştuğun konuya gelelim. Müzeyyen Senar’ı fuarda izlemek yedi buçuk liraydı.”

Damadım Alper’e kahvaltıdan sonra Mesut ağabeyle konuştuklarımızı anlattım. Sadece bir bilet parasına 3 kilo et, üç litre rakı alabilmek nasıl bir alım gücüymüş anlamış oldu. Ben de yetmişleri anlattım. İki arkadaş on kuruşa bir simit alır paylaşırdık. Günlük harçlığımız ilkokul birde beş kuruştu. Beşinci sınıfta harçlığımın elli kuruş olduğunu hatırlıyorum. Harçlığım zenginleştiğimizden değil enflasyon yüzünden artmıştı tabii.

Kıbrıs Harekâtı sonrası uygulanan ABD ambargosuyla, sigara, yağ, şeker kuyruklarıyla tanıştık. En çok belimizi büken de tüp gaz kıtlığıydı. Maltızlar atılmış, ispirto ocağından tam da tüp gazın rahatlığına geçilmişken evde yemek pişirmek büyük dert olmaya başlamıştı. Ülkemiz yetmişlerin sonuna doğru gelir, ihtilale hazırlanırken yakın komşumuzda bir şah devrildi gitti.

Şahlar devrilirken tıpış tıpış gitmezler. Önce zorluk çıkarırlar. Gitmemek için her şeyi yaparlar. Ama kalem kırılmıştır, şahın miadı dolmuştur. Onu iktidara getirenler kaynayan kazanın içinden en çok kafa çıkaranlarla çoktan anlaşmıştır bile. Şah yine tıpış tıpış gitmez, bu kez (at gibi) başka bir ülkeye yüksek atlama yapar. Çünkü bunu yapmazsa canının tehlikeye gireceğini bilir. Şah Rıza Pehlevi de öyle yapıp Mısır’a geçmişti.

Ülkelerinden tıpış tıpış gitmeyenlerin, bu yolu seçmeyenlerin son yıllardaki en canlı örnekleri Çavuşesku, Saddam ve Kaddafi’dir. Halkının önüne hiç oy sandığı koymayan ve böylece sonsuza kadar iktidarda kalacağını sananlar; vezirinin, atının, kalesinin de hep yanında olacağını düşünürler ve yanılırlar. Yanılmasalar da piyonlar olmayınca bu satrançtan sağ çıkılamayacağını gözden kaçırırlar.

Evet “hayat satranç gibidir” denir. Oynamayan fakat kurallarını bilen biri olarak bu sözü ben de yıllardır kullanırım. Şimdiye kadar tanışmamışsanız da ucundan kenarından satranca başlayın bence.

Şahınızı sonuna kadar koruyun. O satranç tahtası sizin hayatınız. O şah da sizsiniz o padişah da… Hadi bakalım tıpış tıpış, tıpış tıpış, tıpış tıpış…

(Turna Koyu-24/08/2023)

YAZININ İLAVESİ

Metelikten söz açılınca Mesut ağabey Fethi Giray’ın içinde metelik geçen bir dizesini okudu. Ben de kıyamadım, tamamını sizinle paylaşıyorum.

Yaz ne güzel, dostluk ne güzel.

Sevgilerimle…

RİZELİ ALİ’NİN HİKÂYESİ

Galata'da dostu varmış,

Mahpushanede postu varmış,

Rizeli Ali’nin.

Çok kahrını çekmiş denizin,

Anlattı bana:

Bu yıl balık vurmamış dalyana

Yuh olsun be!.. diyor:

Şu koca, koskocaman denize

Metelik bile vermedi bize.

Canına yandığımın dünyasında

Parasız yaşanmazmış,

Tütünü yokmuş tabakasında;

Dost varmış,

Düşman varmış.

Şu canına yandığımın dünyasında.

Kaldırdı yırtık ceketinin yaakasını,

Emdi yudum yudum son izmarit sigarasını.

Kimseye minnet etmezmiş

Satarmış takasını.

Fethi Giray (1918-1970)

(Terastan terasa Mesut Akçay ve ben.)