Manzaramız, Uçan Yol Viyadüğü. Konak Tüneli’ni Buca’ya bağlayan, Homeros Bulvarı’yla da her bir yana dağıtan viyadüğe bakıyoruz.

Biz geleceğiz diye yeğenimiz Selen, gezen tavuk yumurtası almış. Şu gezen tavuk artık şaka oldu benim için. Bu lafı duyunca gülüyorum.

Sıklıkla gittiğim bir köyün birkaç girişimcisi, yol üstündeki eski evlerini dükkâna çevirdiler. Kapıda yumurta, domates satarken işi geliştirdiler. Ben de uğradım bazılarına. Her köy evi gibi arkasında bahçe, önünde avluları var. Bahçede onlarca gezen tavuk patır patır yumurtluyor. Çay var, gözleme var. Ooh miiis...

Zamanla köylülerin sattıklarının içine reçel girdi, salça girdi, yoğurt girdi. Hepsini anneler, teyzeler, halalar yapıyor. Alafranga deyimiyle, “Homemade.”

Benim ayağım kesildi artık bu gezen tavuk mekânlarından. Çünkü işin şekli değişti.

Tamam, ben gözlemciyimdir, tecrübeliyimdir falan da insan geri zekâlı olsa anlar. Bir firmanın yumurta arabası yumurta getiriyor, akşam vakti karanlıkta teslim ediyor.

Gözümle gördüm. Hepsi de sarı yumurta. Neden sarı, çünkü sarı yumurta organik olur algısı yerleşmiş bilinçlere.

Oysa ilgisi yok. Bir kişi de sorgulamaz mı kardeşim? Ortada dolaşan otuz tavuk, satılan binlerce yumurtayı nasıl yumurtluyor diye. Çöpte beş kiloluk salça ve reçel tenekeleri, salça kavanozlarının nasıl dolduğu açıkça belli… Azıcık isim yapıp tutturdun mu işi, “Ver millete coşkuyu..!”

Gezen tavuk hikâyesi önemli elbette!

Özgürce dolanan, solucan yiyen, eşelenen, tezek karıştıranla, dar bir kafeste sadece yumurtlamaya programlanan bir olur mu? Etleri de farklı, yumurtaları da.

Sanayi tipi tavuk yemeye alışkın biri gezen tavuk etinin farkını hemen bulur. Biri resmen bembeyaz, diğeriyse kırmızı, kuzu eti gibi. Biri on dakikada pişer, diğeri saatlerce kaynatırsın, pişmez. Şairin dediği gibi:

“Bir kaz aldım karıdan

Kırk yıl oldu

Kaynatırım kaynamaz”.

Lezzetindeki farkı söylememe bilmem gerek var mı?

Gezmek iyidir. Hele insan için.

Ama benim gibi arabayla gezmek iyi gelmez. Arabayla gezersen çiftlik tavuğu gibi etin de beyaz olur. Gözler kısılır, yaşam kaliten kalmaz.

Sonra doktorda alırsın soluğu. Eline aldığın kan tahlilinde ne değer varsa hepsi tavan yapmıştır, anlarsın.

Eee o zaman ne yapalım? Ne olacak canım, kasların çalışacak beyaz değil kırmızı olacak, gezen tavuk gibi.

Kızımın zoruyla bir salona yazıldım.

Aaa gittim, bir baktım kapıda pilates yazıyor.

“Ben buraya girmem!” diye tutturdum.

“Ne yani kadınlarla, yumuşak bir topla ve kıçta taytla. “Yoook aman aman, bu beni bozar,” dedim.

Meğer öyle değilmiş mesele.

Bilmemek ne kötü! Ne kadar çok şeyle ilgili ön yargılarımız var.

“10 derste farkı hissedeceksiniz, 20 derste farkı göreceksiniz, 30 derste yepyeni bir vücudunuz olacak ...”

Yok ya, sahi mi?

Evet sahi, ben 6 derste farkı hissettim. Çalışmayan hangi kas varsa çalışıyor. Daha doğrusu, öyle bir kas varmış, zamanında yapmışsınız ve onu tekrar keşfediyorsunuz.

Sadece top sandığım pilates, aslında basit gibi görünen bir dizi ahşap, yay, lastik karışımı aletten oluşuyor.

O bir şeye benzemeyen alet, edevat insanın canını çıkarıyor. Peki, nerden çıkmış bunlar, kim bulmuş?

Pilatesin yaratıcısı olan Joseph Hubertus Pilates, 1880 senesinde Almanya`da dünyaya gelmiş.

Doğduğu zaman raşitizm ve astım hastalığı varmış ve doktorlar ailesine çok uzun yaşamayacağını söylemişler. Joseph Pilates, vaktinin çoğunu evde çeşitli tıp ve özellikle Uzakdoğu sporları ile ilgili kitapları karıştırıp, kendisini bu iki dertten kurtarabilecek çözümleri araştırarak dört duvar arasında geçirmiş.

Amacı tıp ve spor kitapları okuyarak kendi hastalıklarına çare aramakmış. Bu nedenle yoga, kayak, dans, savunma sporu ve ağırlık çalışmaları üzerinde uzmanlaşmış ve tüm bunların birleşimi olarak pilatesi yaratmış.

Birinci Dünya Savaşı başladığı zamanlarda İngiltere’de İngiliz polislerini bu tekniklerle çalıştırmış. Daha sonra Almanya’ya dönerek savaşta ağır yaralanarak, çeşitli uzuvlarını kaybeden veya uzuvları işlevlerini kaybetmek üzere olan askerleri çalıştırmaya başlamış.

Klasik pilates hareketleriyle muazzam başarılar elde etmiş. 1926 senesinde Amerika’ya gitmiş, orada aslında hemşire olan eşi Clara ile tanışmış ve evlenmişler.

Hemen arkasından birlikte New York’ta ilk pilates stüdyolarını açmışlar. Uzun süre ilk müşterileri erkeklerken, daha sonra kadınlar da ders almaya başlamış Joseph ve Clara Pilates’ten. Karı koca durmadan yeni hareketler yaratmaya, aralıksız kendi vücutları üstünde denemeye ve başarı elde ettikleri pilates egzersizlerini öğrencilerine öğretmeye ve yaptırmaya başlamışlar.

Joseph Pilates çok ağır antrenman programları olan boksörleri, New York bale öğrencilerini çalıştırmış yıllarca. 1967 senesinde 87 yaşında öldüğünde kendi yarattığı onlarca klasik pilates hareketi, duruş bozukluklarından kurtulmuş, vücudu forma girmiş, fazlalıklarından kurtulmuş, sağlıklı kaslar yapmış binlerce insan bırakmış arkasında.

Ve eceliyle öl(e)memiş. Duman zehirlenmesinden ölmüş ne yazık ki.

Aşırı kilodan dizler bitmeden, şeker çürütmeden, kolesterol kanırtmadan, acil, gezen tavuk olmak lazım.

Rahmetlik annem, “Gezen tavuk, gelir yoluk,” derdi eve geç kaldığımda, dizim yaralandığında, kavga ettiğimde.

Gezmeyi de yoluk gelmeyi de hiç bırakmadım. Hep gezmek ve yoluk gelmek istiyorum...

Arkası Yarın Mektuplar 3 kitabından