“Oooo ne haber ya?”

“İyidir, senden ne haber?”

“İşler, güçler nasıl?”

“Ne olsun, buna şükür?”

“Bak, Ahmet de şurada. Gel yanına gidelim.”

Karşılaşma sonrası yapılan basmakalıp bir diyalog yukarıdaki.

Sıradan, olağan, günlük, tekdüze.

Şehirlerin gelişen cemiyet hayatı, her iş grubundan büyük bir kitleyi birbirini tanır hâle getirdi. "Bu eskiden beri böyledir; belli başlı iş erbapları birbirini tanır tabii, bu yeni bir alamet mi ki söylüyorsun?" demeyiniz. Büyüyen nüfus, gelişen iletişim, dün olmayan mesleklerin ortaya çıkması sayesinde çember iyice genişledi, yoğunlaştı.

Cenazelerde, cami avlularında ortaya çıkan manzara, bugün meşhur Şişli Camisi cenazelerini pek aratmıyor maşallah. Şişli'deki cenazeler, oraya gelirken giyilen kıyafetler, takılan gözlükler, artık mizahın bile konusu oldu.

Bursa gibi hızla büyüyen şehirlerde de ünlü, ulu, merkezî, tarihî camiler dışında büyük camiler var artık. Camiler ve avluları bir görev için toplar insanları aniden. Tüm planları bozar ölüm. Seyahat, iş, düğün… Hayata dair ne varsa her şeyin önüne geçer. Hep zamanı beklenmediktir; kimse saat, gün, tarih veremez. Çoğunlukla bir namaz vakti kadar önce haberi olur herkesin.

Uzaktan, yakından tanıdık, bazen de tanımadık insanlar son görev için toplanırlar ya öğlen ya ikindi namazı öncesi cami avlusunda.

Musalla taşındaki ev sahibi, başköşesinde mekânın sessizce beklemektedir. Ateşin düştüğü ailenin fertleri; kadınları bir yanda, erkekleri bir yanda sokulmuşlardır birbirlerine. Büzülmüşlerdir, omuzları düşmüştür. Bitkindirler, üzgündürler. Hele vakitsiz giden bir evlat ya da ebeveynse acı katmerlidir. Zaman durur acılı için evrende. Her konuşma ve davranış manasızdır.

Gelenler ve başsağlığı dilekleri ezan vaktine kadar ilaç gibi gelir acılıya. Manasız sohbetler, “hayat devam ediyor” muhabbetleri, hele de gülüşmeler diken gibi batar, bilirim.

1984 yılının bir ağustos gece yarısı babamı kaybettiğimde kanım çekilmişti adeta. Öğle namazına yakın saatte cenazeyi hastaneden teslim almak üzereyken sıcakta üşüyordum. Bu esnada çok yakın bir akrabamızın ayakkabı boyatması, boyacıyla sohbet etmesi ve gülüşmesi dikkatimi çekmişti. Bir tabuta, bir boyacıya… Bir tabuta bir boyacıya bakarken deli gibi, Zeki ağabey silkeledi omzumu. Çömeldiğim yerden kalktım, biraz kendime geldim.

"Sen ne yapıyorsun be adam, bak şu tabutta yatan benim babam," diyemedim.

O yakın akrabamız babamdan otuz yıl sonra öldüğünde, onu mezara indiren bir-iki kişiden biri de bendim. Ve tam o an aklıma geliverdi. Nasıl bir iz bıraktıysa düşünün. Demek ki on dokuzda atılan çentik acılı olunca elli de bile hatırlanıyormuş.

İçimden "Bak, sen de öldün" dedim istemsizce.

Bak, sen de öldün! Ben de öleceğim, sen de öleceksin, hepimiz öleceğiz. Tamam, bunu herkes biliyor da bu cami avlusunda sanki hiç ölüm yokmuş gibi, ölümsüzmüşüz gibi umarsızlığımız ne peki?

Kimseye sahte acı çek, üzülüyormuş gibi yap diyen yok ama, “Ooo, Ahmet de gelmiş. Vay Mehmet de burada” muhabbetiyle cami avlusunu parti havasına da çevirme kardeşim, deme hakkı var cenaze sahibinin.

Tabii kimse bunu demez, diyemez. Ateş düştüğü yeri yakar kıyıda köşede bir yerlerde.

Uzun zamandır bir tavır gelişmiş bende. Bunun farkına yeni vardım. Elimde değil, bu benim. Son katıldığım gencecik bir kardeşimizin cenazesinde bunu iyiden iyiye fark ettim.

Avluya girdiğimde körüm herkese. Tek gördüğüm cenaze ve yakınları. Önüme atlarsa biri, gayri ihtiyari elini sıkıyormuşum hâl hatırsız. Ve taziye sonrası yine aynı körlükle vakit namazı için camiye sığınıyormuşum. Camide gevezelik, zevzeklik yapılmaz diye… Ve bu densizlik acılı insanların gözüne sokulmaz diye.

“Geçen seni cenazede gördüm. Sen bizi görmedin. Hatta yanımda Ahmet vardı, Mehmet vardı, Süleyman vardı. Kabak gibi ortada duruyorduk. Hayret ya nasıl görmedin?”

“Görmedim kardeşim, görmedim. Tek bakıp görmediğim yer benim cami avlusu. Orada herkese körüm ben. Neden biliyor musun?”

“Neden?”

“Biri kefenimin ucunu tutarken ‘BAK SEN DE ÖLDÜN!’ demesin diye. Kusuruma bak ya da bakma, körüm ben.”