Kayınpederim eskiden Demirelciymiş. Ben tanıdı­ğımda artık sıkı Özalcıydı.

Bir maaşla ayın sonu gelsin diye dört gözle bekleyen bir yurdum insanı işte.

Denizli’nin en ünlü pastanesinde ömür boyu çalışmış, kendi evladına vitrinden parasız çöp vermemiş bir Bekçi Murtaza karakteri.

Denizli’ye gittiğim bir gün kayınvalidem ile kayınpede­rimi arabama alıp Bursa’ya getirdim. Hem onlara hem gur­bete gelin gelmiş eşime büyük sevinç olmuştu. Yaptıkları en uzun yolculuktu bu. İlçeler, şehirler geçtik.

Yıllar sonra kayın­validem ölüp onu ya­payalnız bırakınca yine bir Denizli seya­hatimde içim acıyıp ani bir kararla onu alıp Bursa’ya getir­miştim. Ölünceye kadar da bizimle ya­şadı.

Bir iş gezim öncesi nereden aklıma gel­diyse, “Seni de ya­nımda götüreyim baba,” dedim. Pek se­vindi. Bu kez de sayemde İstanbul’u görecekti.

Yola çıktık. Her gördüğü üst geçide köprü diyordu. Şaka olsun diye bir viyadüğü gösterip, “Bak baba bu köprüyü de Özal yaptırdı,” dedim. Hüngür hüngür ağlamaya baş­ladı. Ege şivesinde ağıtlar yaktı, “Ah Özalım,” diye diye.

Hasta Fenerliydi. Yolumu değiştirip Fenerbahçe Sta­dı’nın önünden geçtim. Sanki uzaya ilk kez çıkmış, uzak­tan dünyaya bakan astronot gibi bakıyordu stadyuma. O günkü mutluluğunu unutamam. O zamanki adıyla Boğa­ziçi Köprüsü’nden geçiyorduk. “Abovvvv!” dedi ve yine başladı, “Özalım, Özalım,” diye ağlamaya. “Baba bu köprü Demirel zamanında yapılmıştı,” diye uyardım. Bu sefer, “Sülüm, Sülüm,” diye değiştirdi ağıtını.

İlk eşi - üç senelik askerlik bitmeyecek gibi gelip - yan evin evli adamına kaçmasa belki en çok köyünün bağlı ol­duğu kasabasını görecekti. Kader işte. Bu kötü anı onu köklerinden koparıp Denizli’ye savurmuş.

Eşime geçenlerde, “Kayınbabam bugün sağ olsa neci olacağını adım gibi biliyorum,” dediğimde, “Yanılıyorsun,” cevabını aldım. Biraz konuştuk. Benim yorumlarıma sessiz kaldı.

“Sessizlik kabüldendir” değil mi?

(Neler konuştuk bende kalmaz elbet. Bir gün yazarız. Şimdi yazmıyorsam yeri gelmemiş demektir.)

Sessizlikten söz edince aklıma “Kuzuların Sessizliği” filmi geldi.

Kuzuların Sessizliği bir güç, bir akıl, bir irade karşısında yenilgiyi kabul etmek, daha baştan teslim olmak anlamını taşır. Karşında öyle bir güç vardır ki hiçbir şey yapamazsın. Elin kolun bağlanır. Tıpkı aslanın pençesindeki ceylan gibi.

Çaresizlikten teslim olmaktan bahsetmiyorum. Bu ses­sizlik o sessizlik değil!

Kasabının bıçağını yalayan kuzudan bahsediyorum. Seve isteye, oynaya oynaya bir şeyci olanlardan söz ediyo­rum. Benim rahmetlik kayınpederim gibi.

Yedinci postaya gelip dayanmış, Arkası Yarın Mektuplar serisinin ilk postasının son bölümünde uzun uzun HİÇBİR­ŞEYCİLİK’i yazmıştım.

Birşeycilikten neden nefret ettiğimi anlatmıştım.

Benim dünya tatlısı kayınpederrim de ömrünü birşeyci­liğe adamış, hep birşeyci olmuştu. Nurlar içinde yatsın.

Birşeyciyi kandırmak kolaydır. Onun tuttuğu dal hangi dalsa onu kuvvetlendirdin mi her zaman oyunu alırsın!

(Yayına hazırlanan Arkası Yarın Mektuplar-7 kitabımdan)