Nahçıvan’dan sonra Bakü’ye geldik.
“Bazı şehirler gürültüsüyle değil, sessizliğiyle anlatır kim olduğunu.”

Bakü’de, Hazar’ın tuzlu rüzgârı şehrin üstünden süzülüp bir tepenin doruğunda duruyor. O tepede hayat susuyor, tarih konuşuyor. Şehrin karmaşasından uzak bu yer; bir milletin en kıymetli evlatlarını, kahramanlarını ve fikir öncülerini sessizce kucaklıyor. Burası Fahri Hiyabanı Mezarlığı. Halk arasında “Ulusal Şeref Mezarlığı” olarak bilinen bu mekân, Azerbaycan’ın kalbinde atan bir saygı, minnet ve gurur anıtı.

1948 yılında Bakü’nün güney eteklerinde, Hazar Denizi’ne nazır bir tepeye kurulmuş. Geniş yürüyüş yolları, bakımlı çiçekleri ve ağırbaşlı sessizliğiyle adeta bir açık hava müzesini andırıyor. Ancak bu müze taşlardan değil, anılardan yapılmış. Burada yatanların her biri, Azerbaycan’ın sanatında, siyasetinde, biliminde ve bağımsızlık mücadelesinde iz bırakmış isimler. Her mezarın başında ya bir heykel ya bir rölyef ya da taşa işlenmiş bir resim var. Her biri bir sanat eseri gibi.

Fahri Hiyabanı’nın en özel köşelerinde iki büyük liderin adı öne çıkıyor: Ebulfez Elçibey ve Haydar Aliyev. Elçibey, bağımsız Azerbaycan Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı olarak halkına özgürlük idealini miras bırakmış; Haydar Aliyev ise ülkenin yeniden yapılanmasında ve güçlü bir devlet kimliği kazanmasında attığı adımlarla ulusal bir sembol hâline gelmiş. Her iki liderin mezarı da halkın her yıl saygıyla ziyaret ettiği birer anıt niteliğinde.

Bugün Fahri Hiyabanı yalnızca bir mezarlık değil, bir milletin hafızası. Her yıl anma törenlerinde devlet erkânı ve vatandaşlar bu sessiz tepede toplanır; geçmişine, kahramanlarına ve değerlerine vefa borcunu öder. Rüzgâr mezar taşlarının arasında dolaşırken sanki her biri aynı sözü fısıldar:
“Unutmak, kaybetmektir.”

Bu muhteşem mekândaki bakım, özen ve titizlik kelimelerle anlatılamaz. Temizlik görevlisinden subayına kadar herkesin özenle seçildiği belli. Ancak insanı şaşırtan, sanat şaheseri niteliğindeki heykellerin üzerinde heykeltıraşların adlarının yazılmamış olması. O granitleri, o mermer blokları sanki içinden insan çıkacakmış gibi yontmak; bu kadar büyük emeğin küçük bir imzayı fazlasıyla hak ettiğini düşündürüyor.

“Ve bazen aynı şehir, hem sükûnetiyle hem aleviyle konuşur…”

Bakü’nün siluetine uzaktan bakan herkesin dikkatini ilk çeken şey, gökyüzüne doğru yükselen üç dev alev şekli. Geceleri şehrin karanlığında yanıyormuş gibi parlayan bu yapılar yalnızca cam ve çelikten yapılmış binalar değil; Azerbaycan’ın kimliğini taşıyan modern birer simge. 2012 yılında tamamlanan Alev Kuleleri (Flame Towers), Bakü’nün en yüksek noktasında, Dağüstü Park’ın hemen arkasında yer alıyor.

Azerbaycan yüzyıllardır “Odlar Yurdu”, yani “Ateşin Ülkesi” olarak bilinir. Yer altındaki doğal gaz kaynaklarının yüzeye sızdığı bölgelerdeki doğal alevler, yüzyıllar boyunca hem kutsal hem gizemli kabul edilmiştir. Ateş, Zerdüşt inancının kalbinde yer almış; arınmanın, bilginin ve gücün simgesi olmuştur. Alev Kuleleri, bu kadim inancın modern mimarideki yankısı.

“Ve o üç alevin hemen ardında, sessizliğin en yüksek hâliyle duran bir başka tepe vardır…”

Burası Şehitler Hiyabanı. 1990 yılının 20 Ocak gecesi, Sovyet tanklarının Bakü’ye girdiği ve yüzlerce masum insanın yaşamını yitirdiği o kara geceden sonra bu tepe, bir halkın direnişinin simgesi olmuş. Bugün burası, Azerbaycan’ın bağımsızlığı için can verenlerin mezarlarının bulunduğu kutsal bir alan; sessizliğin en onurlu hâlidir.

Her bir mezarın üzerinde kırmızı karanfiller, yanında Azerbaycan bayrağı vardır. Alanın merkezinde Ebedi Ateş Anıtı yanar; hiç sönmez.
Her yıl 20 Ocak’ta binlerce insan bu yamaçtan yukarı çıkar, karanfillerini bırakır ve tek bir cümle fısıldar:
“Ruhunuz şad olsun, nurlar içinde uyuyun.”

Bakü’nün hikâyesi burada bitmez. Şehir, taş devrinin izlerini taşıyan 400 bin yıllık Azıh Mağarası’ndan modern Haydar Aliyev Merkezi’ne uzanıyor. Zaha Hadid’in akışkan mimarisiyle şehre zarif bir yüz kazandıran bu bina, içinde müzik, sanat ve bilimi bir araya getiriyor; geçmişle geleceği buluşturuyor.

Müze bölümlerinden birinde, eski müzik aletlerinin sergilendiği karanlık küçük bir sinema salonunda İngiliz yapımı bir belgesel izliyoruz. Hem dinliyoruz hem dinleniyoruz. Ruhumuz da dinleniyor. Üçlü… olmazsa olmaz üçlü:
Yaylı saz, telli saz ve ritim saz.
Bir videoda baba çalıyor, kızı söylüyor. Diğerinde baba söylüyor, kız çalıyor. Bir an ürperiyorum. Sanki Kazancı Bedih söylüyor. “Ah göç,” diyorum içimden. İnsan göçer de müziğini, kültürünü, aklını bırakır mı? Götürür elbet.

Binanın beyaz cephesi geceleri Alev Kuleleri’nin ışıklarını yansıtırken, gündüzleri Hazar’ın maviliğini taşır. Başınızı kaldırıp yukarı baktığınızda, iç mekânın kıvrımları dev bir gemiyi andırır. Belki de Bakü’nün kalbi tam burada atıyor: Geçmişin sessizliğinden, ateşin aydınlığına; mağaradan kuleye, tepeden müzeye uzanan o büyük hikâyenin tam ortasında.

“Ama Bakü’nün damarlarında yalnızca ateş değil, petrol de akıyor.”

19. yüzyılda dünya petrolünün yarısı Bakü’den çıkarılıyordu. Petrol, şehri büyütmüş ama yormuş da. Bugün modern gökdelenler yükselse de rüzgâr hâlâ o kokuyu taşıyor; geçmişin sessiz tanığı gibi. Biz şehri gezerken “at başı” denilen o kuyular hâlâ durup dinlenmeden inip kalkıyordu.

İçerişehir’e girmeden önce surların hemen önünde seni sessiz ama derin bakışlarıyla karşılayan dev bir yüz vardır. Azerbaycanlı heykeltıraş Hüseyn Haqverdiyev’in eseri bu. Sanatçı bu başı “zamanın tanığı” olarak tasarlamış. Ne bir kahraman ne bir kral… Bu yüz, şehrin kendisidir. Rüzgârla yıkanmış alnı, ateşle sertleşmiş bakışlarıyla her çizgisi bir çağ, her kırışığı bir hikâyedir.
Sanatçının ifadesiyle:
“Bu yüz, taşların hafızasında biriken zamanı temsil eder. Her bakan, kendi geçmişini görür.”

İçerişehir’in dar taş sokakları, sarı taş evleri, gölgesine sığınmış incir ve nar ağaçlarıyla zamanın durduğu bir yerdir. Kız Kalesi’nin silueti Hazar’ın ufkuyla birleşir; Şirvanşahlar Sarayı taşın içinden tarih gibi yükselir. Her kapının ardında bir hikâye, her sokakta bir dua, her köşede bir şarkı vardır.

“Bakü’nün ruhu, denizle ateş arasında yaşar.”

Hazar kıyısındaki Bakü Bulvarı, şehrin nefes aldığı yerdir. Sabahları martı sesleri, akşamları denizden gelen rüzgâr ve Alev Kuleleri’nin yansımaları bu sahili bir tabloya dönüştürür. Palmiye ağaçları, müzikle dolu yürüyüş yolları, “Baku Eye” dönme dolabı ve konser alanlarıyla şehir burada yaşar.

Bakü yakınlarında Ateşgah Tapınağı ve Yanar Dağ, ülkenin “Ateşin Ülkesi” unvanının doğduğu yerlerdir. Ateşgah, 17. yüzyılda Zerdüşt rahiplerce inşa edilmiş; yer altından çıkan doğal gazın sürekli yandığı bir tapınaktır. Yanar Dağ’da ise topraktan sızan gaz hâlâ kendiliğinden yanar. Geceleri metrelerce yükseğe çıkan alev, Bakü semalarında ebedi bir meşale gibi parlar.

“Ama Bakü’nün sesi yalnızca ateşin değil, müziğin de sesidir.”

Şehir, muğam ezgileriyle doludur. Bu topraklarda doğan besteci Üzeyir Hacıbeyov, Doğu’nun ilk operasını yazmıştır. Bakü Filarmoni Binası, Opera Tiyatrosu ve Mugham Merkezi hâlâ bu kültürü yaşatır. Rüzgârda bir kaval sesiyle bir keman tınısı karışır; şehir hem Doğu’dur hem Batı, hem hüzün hem neşe.

Bakü; taşta doğan, ateşte pişen, sessizlikte olgunlaşan, zarafette kıvrılan bir şehir. Bir tepeden kuleye, bir mağaradan müzeye uzanan insanlık hikâyesi. Hazar’ın kıyısında denizle nefes alıyor, toprağın sesiyle konuşuyor.

Her gezinin son gecesi önemlidir. Herkes o geceye özel bir iki parça giysi mutlaka koyar valizine. Biz de öyle yaptık.

Ve o gece geldi çattı. Parlak mokasenlerimi, siyah merserize polo yaka tişörtümü, gri-siyah pötikareli pantolonumu giydim. Lobide herkes şıkır şıkırdı.
Sanayi bölgesine yakın bir yere geldik. Burasına ne pavyon, ne bar, ne taverna diyebilirim. Bir adı yoktu belki ama yemekleri çok güzeldi.

Orada çalışan ama o akşam izinli olan solistin tesadüfen orada olması ayrıca bir şanstı. Bizi bırakamadı. Ne şarkılar, ne şarkılar söyledi… Sesi ne de güzeldi! Ah, bir de sahne kıyafeti olsaydı. Erkek solist, bize sanki Azer Bülbül’ü yeniden yaşattı.
Her iki ülkeden şarkılar, türküler söyledi. Oyun havaları, halaylar, göbek atmalar, gerdan kırmalar derken güzel bir gala gecesi geçirdik.

Bakü’den ayrılmadan önce son uğradığımız yer Balakhanı idi. Azerbaycan’ın en eski yerleşimlerinden biri. Burada yapılan kazılarda bulunan seramik kaplar, 10. yüzyıla kadar uzanıyor. Yüzyıllar boyunca ticaret yolları, kervanlar ve petrol kuyuları arasında sıkışmış bir köyken, son yıllarda büyük bir restorasyon projesiyle yeniden doğmuş.
Taş evler aslına uygun biçimde yenilenmiş; dar sokaklara el işi atölyeleri, küçük kafeler ve sanat galerileri eklenmiş.
Eczacı Mehmet ağabeyle pizzacının duvarına sırtımızı dayayıp gelen geçene bakarken düşündüm: Sanki zaman yeniden boyanmıştı bu köyde. Taşın üstüne turuncu, sessizliğin üstüne müzik, geçmişin üstüne okuldan dönen genç kız ve oğlanların umudu sürülmüştü. Kızların gözlerinde mahcubiyet, oğlanların gözlerinde merak vardı.

“Bazı köyler geçmişi saklar, bazıları geleceği taşır.
Balakhanı ikisini birden yapıyor.”

Korna sesi duymadığımız, neredeyse tek bir çöp görmediğimiz şehir Bakü, hoşça kal.
Yeni gezi ve yeni yazılarda görüşmek üzere, esen kalın sevgili okurlarım.