Özbekistan’ı şehir şehir, sokak sokak gezerken ağzımızda Samsa böreğinin tadı, burnumuzda şaşlık kebabının kokusu hep oldu.

Henüz Türk ellerini görmeden Rusya’yı malum geziler sayesinde karış karış gezmiş biriyim. Çok grup götürdüm. “Demek Yalta’da, Soçi’deki şaşlıkçıların kökeni Özbekistan’mış!” dedim. Güneyden kuzeye kadar bu coğrafyadan dağıldığı çok belli. Tıpkı bizim döner kebap gibi.

Samsa üç öğün yenilebilecek bir börek. Tadı soğan ve karabiber yüzünden biraz bizim çiğ böreğimize benzese de biri yağda pişiriliyor, biri fırına veriliyor. Size yörenin meşhur böreğini şöyle tarif edeyim: Milföy hamurunu alın, içine soğan, karabiber ve tuz ile harmanlanmış az yağlı kuzu etini koyun ve kapatın. Üstüne fırçayla yumurta sarısı sürün, verin fırına. Hele sıcakken yerseniz parmaklarınızı da yersiniz, aman dikkat edin. Şaşlık da bizim şiş kebap işte.

Yemek konusuna girince mantı ve Özbek pilavına da değineyim ve yemek konusunu kapatayım.

Mantı avuç içi kadar iyi açılmış bir hamurun kıymalı mantı içiyle bohçalanması ve kaynar suda haşlanmasından ibaret. Ama hamur incecik. İnsan aç olsun, rahatlıkla on tane yiyebilir. Özbek pilavı aslında bizim de yaptığımız, Osmanlı mutfağında da olan iç pilavın benzeri. İçinde çam fıstığı, kuru meyveler ve üstünde ‘olmazsa olmaz’ et var.

Yemek deyince Anadolu coğrafyası dünyanın açık ara en zengini ve iyisidir. Tarihi ve toplumsal geçmişi yüzünden birçok kültürün mutfağını alıp harmanlamıştır. Etli yemek kadar sayısız sebze yemeklerimiz de vardır ki bu gezide en çok onları özledim.

Sonbaharda sonbahar yaprakları gibi savrula savrula yazıyorum bu geziyi yine.

Size gezdiğimiz yerleri özetle anlatarak devam edeyim:

Bibi Hanım Camii ve Şah-ı Zinde Türbeleri

Semerkant’ın büyülü atmosferinde geze geze havayı kararttıktan sonra Bibi Hanım Camisi’sini görmeye gittik. İyi ki de gittik, iyi ki de girdik.

Bibi Hanım Camii’nden bir iki adım sonra kuzeye, Şah-ı Zinde Türbeleri’ne çıkan o meşhur 35 taş basamak karşıladı bizi. Demek bir türbeler sokağı varmış camiden içeru, biz ne bilecekmişiz? Efsaneye göre bu basamaklar insanın ömründeki günahları, tövbeleri ve nefesleri simgeliyormuş. Bir dilek tutup merdivenleri sayarak çıkan, inerken de aynı sayıyı tutturuyorsa dileği oluyormuş.

Burası bir türbeler silsilesi. Size şöyle tarif edeyim: Bursa Yeşil Türbe’yi düşünün, ihtişamını, işçiliğini, sanatını yüzle çarpın ve bunun onlarcasından bir çıkmaz sokak yapın. İşte bu kadar etkileyici. Daha önceki yazımda da dediğim gibi, o çok övündüğümüz Yeşil Türbemizi burayı yapan ustalar sipariş üzerine gelip aynı tarzda yapmışlar.

Türbeler başta Emir Timur’un akrabaları olmak üzere, komutanlarına, bilhassa da kentin manevi koruyucusu olarak görülen Kusam bin Abbas’a ait (Hz. Muhammed’in amcasının torunu). Türbeler sokağına dar bir geçitten giriyorsunuz, sağlı sollu turkuaz çinili kubbeler yükseliyor, lacivert-firuze mozaikler göz kamaştırıyor ve yorgunluğunuzu unutuyorsunuz.

Uluğ Bey Rasathanesi

Zaman az, program yoğun olunca insan yoruluyor. Belki de bir daha gelemeyebileceğimiz gerçeğiyle yüzleşip Uluğ Bey Rasathanesi’ne gidiyoruz. İlk birkaç basamaktan sonraki taş zeminde bizi Uluğ Bey’in tunçtan heykeli karşılıyor. 15. yüzyılda bir tepenin üstüne yapılan bu yapı Timur’un torunu, büyük astronom ve bilgin Uluğ Bey’in bilim ışığını saçıyor hâlâ. Zeminden yukarı çıkan o dev meridyen yayı, gökyüzünü ölçmek için kullanılmış.

Uluğ Bey, Tycho Brahe’den yüzyıllar önce yıldız kataloğu hazırlamış, gezegenlerin hareketini gözlemiş. Bugün o binadan geriye sadece alt yapısı kalsa da gözlemevini gezerken insan, “Eğer bugün gezegenimize doğru yaklaşan 31/Atlas adlı cismi izliyorsak sen ve senin gibi aydın insanlar sayesinde” diye düşünmeden edemiyor.

Taşkent, Semerkant ve Buhara arasını hızlı trenle geçtik. Bizim için bir nefes aralığı, bir dinlenme aracı oldu bu seferler.

Buhara

Buhara adeta bir açık hava müzesi gibi. Dar sokakların kavşağında Kalyan Minaresi ve Po-i Kalyan Medresesi karşıladı bizi. Sonra çarşıya girdik. Bu kubbeli geçitlerin içinde ipek halılar, tesbihler, turkuaz taşlı takılar, baharat kokuları arasında kaybolduk. Gerçekten kaybolduk. Eşlerimizi navigasyonla bile zor bulduk. Kadın ve çarşı… O muhteşem beraberlik.

Meğer onlar bizden önce bulmuşlar Lab-i Havuz Meydanı’nı. Çocukluğumun Kültürparkı’na götürdü bu ortam beni. Küçük Özkan oldum. Boğazım düğümlendi. Suat Abi, Orhan Abi ve eşlerimizle bağdaş kurup oturduk rahvana. Çay söyledik. Ortasında küçük bir gölet, çevresinde çınarlar, hanlar, medreseler olan o su kenarında çocukluğumun Bursası’na gittim.

Gölün kenarında, cephesindeki güneşli kuş mozaiğiyle Nadir Divanbegi Medresesi dikkat çekiyor. Burası bir zamanlar kervanların, şairlerin, dervişlerin uğrak yeriymiş. Gel de şiir yazma diyorum içimden.

Eşimin yürümekten ayağı ağrıyordu. Parmak aralarında kireçlenme var.

Bir elimle ovup, bir elimle yazdım:.

OVARKEN

“Birçok Köke”

Mumyaları gördük biz,

Geceden sabaha soğuyan bedenleri,

Toprağa verdik biz.

-Ki onlar bizim canlarımızdı.

Sevdiğimin ayağını ovarken,

Topraktan bir metre yüksekte,

Bilmez miyiz toprağa verileceğimizi,

-Ki onlar sizin canlarınızdı.

Buhara - 17/10/2025

Son Özbekistan yazısında görüşelim sevgili dostlarım.