
İlgi geziye, gezi meraka, merak da araştırmaya yöneltiyor insanı.
Her insan öyle midir; tabii ki tartışılır.
Oturduğumuz yerden birçok konuyla ilgili fikrimiz vardır.
Okulda okuduklarımız, anlatılanlar, yazılanlar ve bunların toplamı bizi bir yargı sahibi yapar.
Siyasi, kültürel, sosyal görüşlerimiz böylece oluşur.
Sadece bir gruba mensup olan, okumayan, görmeyen, araştırmayanlar ise kulaktan dolma bilgilerle donatılırlar.
Bunların fikirleri sabit olur ve onu değiştirmek ölümle eşdeğerdir onlar için.
O grubun başı ne derse onu yapar.
Bilimsel verilerin, hayatın genel kurallarının, kabak gibi ortada duran gerçeklerin bir önemi yoktur.
Varsa yoksa o grubun sözüdür geçerli olan. Kimse ondan daha iyi bilemez.
Bu kafa yapısı güzeldir aslında; insanı hiç yormaz.
Başkaları senin adına düşünür, karar verir, sen de uygular ve yaşarsın.
Pekâlâ, pek güzel…
Bir gezi yazısına böyle mi girilir demeyiniz; konuyu bir yere getireceğim.
“Öter misiniz, geçer misiniz?” başlıklı yazı ile başlamıştım bu seriye; oradan devam edeyim.
Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e sabah erken saatlerde indik.
Havanın o tatlı serinliği çok kısa zamanda yerini bir yaz sıcağına bıraktı.
Pasaport kontrolünden sonra bindiğimiz otobüsümüz bizi yerel rehber Amir eşliğinde şehir turuna çıkardı.
İşte o an, bilmem kaçıncı kez, “oturduğum yerden bildiklerim”in neredeyse tamamı elimde kaldı.
(Aslında elimdekilere değer kattı, işledi desem daha doğru olacak.)
Yerimden kalktım, geldim ve devasa bronz heykelinin sembolünde Amir Timur’a tosladım — yani bizim tarih kitaplarımızda Aksak Timur’a, Timurlenk Han’a.
Görüp anladıklarımı anlatmadan önce kısaca tarihe şöyle bir bakış atalım.
İbn-î Sînâ, onuncu yüzyılda Buhara, Semerkant, Rey, Hemedan hattında yaşamış; yani doğunun tam kalbinde.
Timur da bu coğrafyanın ve bu kültürün çocuğu. Timur’un doğduğu topraklar (Semerkant çevresi), aslında İbn-î Sînâ’nın yaşadığı coğrafyanın hemen batısında, aynı kültürel havza. Timur döneminde de İbn-î Sînâ’nın eserleri medreselerde temel kaynak olarak okutuluyordu.
Sıfırdan kurduğu imparatorluğu, yaptığı medreseler, camiler, hanlar ve çarşılarla özellikle Semerkant’ı bir yıldız gibi parlatmıştı.Kendisi seferden sefere, fetihten fetihe giderken Semerkant’ta medreselerde eğitim son hızıyla devam ediyordu. Öğretmenliği öyle bir seviyeye çıkarmıştı ki, o olmadığında öğretmenler neredeyse tek otorite olarak görünüyordu.
Timur bilime, eğitene, öğretene öyle önem veriyordu ki:
“Beni, hocam Seyyid Bereke’nin ayak ucuna defnedin.” diye vasiyet etmiştir.
Ve şu andaki ebedi istirahatını Gur-i Emir Türbesi’nde, hocasının ayak ucunda yapmaktadır.
Günümüz Özbekistan’ı, aradaki yedi yüz küsur yılı neredeyse atlayıp sadece Timur’u ön plana çıkarmış ve onu sahiplenerek bir Özbekistan millî ruhu oluşturmuş.
Çünkü gelecekte turizmin çok gelişeceği aşikâr bu ülkede nereye baksanız Timur ve eserlerini görüyorsunuz.
Ama ne eserler!
Bizim Bursa’daki Yeşil Türbe’nin bin katı sadece Semerkant’ta var.
Ve zaten aynı ustalara sipariş verilmiş, o çizgide, o mimaride yapılmışlar.
Aynı ellerden çıktığı çok belli.
Günümüz şehirciliği, planı ve düzeni tabii ki Ruslara ait.
Ruslardan kurtulup bağımsızlıklarını kazanmışlar ama, neden bilinmez, Özbekçe konuşurken birden “gavari paruski” deyip dalıyorlar Rusça’ya.
Aynı şeye Kazakistan’da da Azerbaycan’da da tanık oldum.
Bütün bu Orta Asya ve Kafkas coğrafyasının iletişim dili Rusça; çünkü başka çare yok.
Dediğim gibi, Türk ırkı boy boy ayrılmış; Ermeni ve Gürcülerden zaten ayrıyız.
Dolayısıyla aynı dili konuşuyor ama anlaşamıyoruz.
Birçok kelimeyi, fiili anlıyoruz ama kullanıldığı yer farklı.
Alfabe Latin, birkaç harf dışında farkımız yok; ancak yazılış da farklı.
Bir örnek vereyim: “favqulodda chiqish” ne demek olabilir?
Azıcık dikkat ederseniz bunun “fevkalade çıkış”, yani “acil çıkış” olduğunu anlarsınız.
Ama “Samimiy iltimos” yazısını görünce biz “samimi öncelik” anlarız.
Oysa bu, bütün dikkat yazılarının başında “çok rica ediyoruz”, yani “lütfen” anlamında kullanılıyor.
Azerbaycan’dan sonra Özbekistan’a gidince sözcük dağarcığım çorba gibi oldu.
Biz az anlıyoruz ama Özbekler de dizilerimiz sayesinde bizi gayet iyi anlıyorlar.
Azerbaycan neredeyse Aliyev’den öncesine “yok” diyor ve millî şuurlarını bununla omurgalıyorlar. Dediğim gibi, Özbekler de Amir Timur’la.
Timur’un eğitim mayası bu coğrafyada, İbn-î Sînâ’yı şaşırtmayacak şekilde tutmuş.
Oğlu Şahruh’tan olma torunu Uluğ Bey’le vücut bulmuş.
“Ancak Uluğ Bey evlatçılıkta talihsizdir.”
Uluğ Bey’in ölümü, “ilim ve aklın, taassup ve hırs karşısında yenildiği an” olarak anılır.
Uluğ Bey savaştan çok bilim ve kültürle ilgilenmişti.
Kurduğu Semerkant Rasathanesi, 15. yüzyılın en gelişmiş gözlemeviydi.
1018 yıldızın koordinatlarını hesapladı; bu veriler Kopernik’ten önce bile Avrupa’ya ulaştı.
“Zîc-i Uluğ Bey” adlı astronomi cetvelleri, yüzyıllarca temel kaynak olarak kullanıldı.
Ama tam da bu yönü, yani “dünyayı akılla açıklayan tavrı”, ona karşı dinî çevrelerin düşmanlığını doğurdu.
Uluğ Bey yönetiminde medreselerde matematik, astronomi ve felsefeyi öne çıkardı.
Bu durum bazı şeriatçı âlimlerin nüfuzunu azalttı; bu da fanatik dindar kesimi ve dinî otoriteleri rahatsız etti.
Zamanla bu çevreler, onun oğlu Abdüllatif’i kışkırttılar.
Oğluna “baban kâfir oldu, dinden çıktı” dediler.
Abdüllatif, iktidar hırsıyla bu sözlere kandı ve babasını kurduğu bir pusuda başını keserek öldürdü.
Fakat tahta geçen Abdüllatif’i halk hiç affetmedi, hiç sevmedi.
O da henüz bir yıl bile olmadan bir suikastla öldürüldü
Bilmediğim ve bu gezide öğrendiğim, artık bir efsaneye dönüşmüş Timur’un Laneti’nden de bahsedeyim:
Kayıp mezar taşında yazdığı söylenilen şu söz, “Ben, dünyayı korkuya boğanım. Mezarıma dokunan, benden beter bir felaketle karşılaşacaktır.” II. Dünya Savaşı döneminde gerçekten efsaneleşmiş. 1941’de Sovyet arkeologlar mezarı açtığında, aynı günlerde Hitler Sovyetler’e saldırmıştır. Timur’un kemikleri yeniden defnedilince Stalingrad zaferi başlar. Bu olay halk arasında “Timur’un Laneti” diye anılır.
Dogmalara, efsanelere inanmayan ve sistemlerini bunun üzerine inşa eden Ruslar bile korkup kemikleri yerine koyduğuna göre, Timur’un karizmatik kişiliğinin etkisinin hâlâ sürdüğü söylenebilir. Bu arada Timur’un bütün hazinesinin, hatta yeşim taşından yapılma mezar lahitinin bile Rusya’nın Leningrad şehrindeki ünlü Hermitaj Müzesi’nde olduğunu da belirteyim.
Yeri gelmişken nasıl değinmeyeyim…
Uluğ Bey döneminde yaşananlar, asırlar sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun başına gelmedi mi? “Kâfir icadı” diye matbaaya engel olmadılar mı? Aydınlık ve karanlık çatışmadı mı? Üzülerek söylüyorum, günümüzde İslam coğrafyasında bu sorun hâlâ devam ediyor.
Özbekistan’a devam edeceğiz. Şimdilik hoşça kalın sevgili okurlarım.