Bazı tecrübeler sadece yaşanmıştır.

Bazı tecrübeler defalarca yaşanmıştır.

Bazı tecrübeler ise yaşanmış, başkaları da yaşamıştır; ama biri çıkar, hepsini kayda alır, kendi yaşamış gibi içselleştirir.

Ben buna “imbikten geçmiş tecrübe” diyorum.

Babalar öldüğünde bir miras bırakmışsa, anne ve çocuklar çoğunlukla o mirası sorunsuzca bölüşür. Anne her yere sığar.

Hayat da sessiz sedasız devam eder.

Ancaaak, anne önceden öldüyse… vay o ailenin haline!

Eskiden sadece duyardım; son zamanlarda sıkça tanık oluyorum.

Hadi gelin, bu meseleyi birlikte masaya yatıralım.

Kadın geride kaldı mı, yuva da kalıyor.

Ama erkek geriye kaldı mı — yuvadan eser kalmıyor.

Ta ki o yuvaya yeni bir “dişi kuş” gelene kadar.

(Erkeğin varlıklı olduğu durumdan söz ediyorum, tabii ki.)

Erkek çok güçlü bir kişilikse, masaya yumruğunu vurup raconu kesiyor; herkes sus pus oluyor.

Ama azıcık zafiyet gösteriyorsa — ki genelde öyle oluyor — ortalık toz duman.

Hele bir de evin kız çocuğu varsa…

O zaman işler iyice karışıyor.

Çünkü kız çocuğu, annesinin hakkını koruma içgüdüsüne bürünüyor.

Arzu edilen şu:

Baba tüm mal varlığını koruyarak ölümü bekleyecek.

Ya da sağ iken mirası evlatlarına bölüştürecek, kendisi de emekli maaşıyla geçinip, kahvede, bank üstünde, camide ömrünü tüketecek.

Hatta “yaşadığı kadar yaşadı, ölse de olur” denilecek.

Ama öyle olmuyor.

Çünkü hayat devam ediyor.

Baba hiçbir yere sığamıyor.

Kıza gitse damat var, oğlana gitse gelin var.

Çok hürmet görse de gönlü sığamıyor.

İşte o sığamama hâli, Pandora’nın kutusunu açıyor.

Kadın geride kalınca günler geçiyor…

Torunlara bakıyor, yemek yapıyor, evi toparlıyor; evlatlarının can simidi oluyor.

Erkekse… tam bir ayak bağı.

“Baba bu akşam nerede?”

“Hayatına biri mi girdi?”

“Kaç para harcıyor?”

Daha doğrusu: “Miras tehlikeye giriyor mu?”

Neler gördüm, neler işittim…

Siz de mutlaka öyle.

Babayı mahkemeye verip akıl sağlığı raporu isteyenler…

Darp edenler, küsenler, peşine adam takanlar…

Erkeğin yalnız kaldığında hataya daha meyilli olduğu, aldatılmaya daha açık olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Ve fakat…

Hayatı çalışmakla geçmiş, mal mülk edinmiş bir insanın servetini nasıl kullanacağına dair tasarruf hakkı olmayacak mı?

Bunu çocuklarına mı soracak?

Kötü örnek olmaz ama en bilinen örnek şudur:

“Traktör römorkunda uyuyan adam.”

Bu adamın videosu çok izlenir.

Hikâyesi kısaca şöyle:

Ömrü boyunca çiftçilik yapmış, para biriktirmiş, üç dairesi olmuş.

Eşi ölünce küçük oğlunun yanında yaşamaya başlamış.

Başlarda her şey yolundayken, oğlunun teklifiyle tapuları çocuklarının üstüne devretmiş.

Ve işte… kötü günler o anda başlamış.

Tapular üstlerindeyken gelinlerinden, oğullarından hürmet gören adam, bir valizle evden eve dolaşmaya başlamış.

Çocuklar babaya bakmayı sıraya koyup işi “nöbete” çevirmişler:

“Sen az baktın, bende çok kaldı, tatile gideceğiz, sizde bir ay daha kalsın…”

Derken adamcağız kendini evcil hayvan gibi hissetmeye başlamış.

Bir gün canına tak etmiş, çiftliğine dönmüş.

Dam altındaki traktör römorkunu yatak odasına çevirmiş.

Ve şu sözüyle tarihe geçmiş:

“Siz siz olun, sağ iken mallarınıza sahip olun. Yoksa benim hâlimi bile bulamazsınız. Hiç değilse benim bir römorkum var!”

Otuz kırk dairesi, dükkânları, arsaları olan bir ağabeyim bir gün dedi ki:

“Özkancım, çok dertliyim… Kızlarım benimle, bir dairemi sattım diye konuşmuyorlar.”

Diyecek söz bulamadım.

Boğazım düğümlendi.

İnsanın gerçekten feryat edesi geliyor.

Kader…

Önce gitmek, sona kalmak, dona kalacağım, mirasa konamayacağım diye donlara doldurmak!

Sevgili dostlarım, bu işin bir öngörüsü yok.

Yaşam bir kör uçuş.

Çocuklarımıza sevgi, irade, çalışkanlık, üretme gücü ve adalet duygusu aşılayalım.

Ama önce biz öyle olalım.

Sağlıcakla kalınız, değerli okurlarım.