Özbekistan gezimizden dönmeden bir gün önce Buhara’ya uyanmıştık.
Buhara ah Buhara…
Hotelimiz şirin mi şirindi. Avlulardan ibaret eski bir kervansaray gibiydi. Odalar avluya bakıyordu. Valizlerimizi otelde bırakıp yaya olarak yola koyulup, eski şehri boydan boya geçip çarşıya vardık. Sanki zaman tünelindeydik. Kadim sanat minyatür dükkânları, bıçakçılar, folklorik kıyafet satan tezgâhları geçip dar bir sokaktan kadınlar hamamının kapısına dayandık. Biz üç beş erkek dışarıda beklerken, kadınlar hamama girip şöyle bir bakıp çıktılar.
Oradan şehrin tam kalbinde yüzyıllarca hanların, emirlerin sarayı olmuş Ark Kalesi’ne gittik.
İçinde taç giyme salonu, zindanlar, hazine odaları vardı.
Emir Alim Han devrinde bile burası hâlâ görkemliymiş; dışarıdan çöl rüzgârı eserken içeride mücevherli tahtlar parlar, müezzin sesi saraya ulaşırmış.
Kale duvarlarının kalınlığı ve yüksekliği gerçekten de Buhara’nın asırlık gücünü hissettiriyor.
Eskiden tüm şehrin bu kale duvarlarının içine sığmış olması çok garip geliyor insana.
İçerideki camide de o dönemin birçok eseri gibi, Kur’an ayetlerinin bazıları kuf yazısı* ile yazılmış.
Yazı serisinin başından beri yazmayı düşünüp de atladığım önemli bir husus var. Ruslar bir yandan hazineleri, değerli bulduklarını almış götürmüş ama zamana karşı direnememiş çok yapıyı, motifi restore etmiş ve günümüze gelmesini sağlamış.
Buhara’da tren saatine kadar gitmemiz gereken bir yer daha vardı:Yazlık saray.
Özbekistan karasal iklimi dolayısıyla yaz gündüzleri çok sıcak geçen bir ülke. Ee, iktidar sahipleri, varlıklı insanlar terlemek, altmış dereceye varan sıcakta pişmek istemezler.
Peki yazlık şehrin neresinde olursa iyi olur? En serin yer neresidir?
Bunu Orta Asyalı ve Rus ustaların çalıştığı bir ekip yapmış olsa da Usta Mirza Muhammed Khaffif ismi öne çıkmaktadır. Ve şu anda sarayın içinde sonradan yapılan bir bronz büstü de bulunmaktadır.
Şehrin neresinin en serin yer olduğunu bulmak kolay değildir. Bunun üzerine o günkü emir Abdullah Han danışmanlarına şöyle bir talimat verir:
“Bir koyun kesin, etini parçalara ayırın ve Buhara’nın dört bir yanına asın.
Ertesi sabah hangi parçanın en az bozulduğunu bulun; orası şehrin en serin yeridir.”
Buhara şehir merkezinin yaklaşık 4–5 kilometre kuzeyinde bu yer bulunuyor. Sarayın ilk temelleri 19. yüzyılın sonlarında Abdullah Han II döneminde atılmış, 20. yüzyıl başlarında Emir Alim Han tarafından bugünkü biçimine kavuşturulmuştur.
O dönemde Rus etkisi artmaya başlamıştı; bu yüzden saray mimarisi hem geleneksel Orta Asya süslemeleriyle hem de Avrupa tarzı detaylarla harmanlanmıştır. Ancak Alim Han bu sarayın sefasını ancak dört yıl sürebilmiştir.
1917’de Rusya’da Bolşevik Devrimi olduktan sonra yeni Sovyet yönetimi, Orta Asya’daki eski hanlık ve emirlikleri ortadan kaldırmak istiyordu. 1918–1920 arasında Kızıl Ordu Buhara üzerine yürüdü. Alim Han önce Sovyetlerle uzlaşmaya çalıştı ama kısa sürede anladı ki onlar Emirliği tamamen yıkmak niyetindeydi.
1920’de General Mikhail Frunze komutasındaki Kızıl Ordu, Buhara’yı topa tuttu. Ark Kalesi yandı, şehir günlerce bombardıman altında kaldı. Direniş çöktü. Alim Han artık ne ordusunu ne de halkını koruyabilecek durumdaydı.
Önce Doğu Buhara dağlarına, ardından Duşanbe (bugünkü Tacikistan) civarına çekildi.
Oradan da Afganistan’a geçti. Sovyet birlikleri onu yakalayamadı. Hayatının geri kalanını Kabil’de sürgünde geçirdi.
Kabil’de bir süre çevresinde eski Buharalılar toplandı; bazıları onu hâlâ “Emirimiz” diye anardı. Ama o bir daha ülkesine dönemedi. 1944’te Kabil’de öldü, orada toprağa verildi.
Rehberimiz Nadire anlattıkça kafamdaki Orta Asya iyice şekillendi. Sarayı zorlu gezinin ödemiyle şişen göbeğimle şişko Alim Han gibi gezdim. Almanya’dan getirilen özel şömine çinilerini onun elleriyle okşadım, değişik ülkelerden gelen hediyelere onun gözleriyle baktım.
Aslında odalar öyle küçük ki… Günümüzde öyle büyük yerler yapıyoruz ki gönlümüzü hiçbir yere sığdıramıyoruz.
İnsanlar ölüp gidiyorlar. Ama nefisler hiç doymuyor.
Taşkent Merkezi
Çok az kalan alışveriş zamanı sonrası otelde buluşup, valizlerimizi alıp istasyona gittik. Özbekistan tren istasyonları tıpkı mini bir havaalanı gibi tertemiz, pırıl pırıldı. Gece Taşkent’e vardık.
Ertesi günkü programımız uçak saatine kadar şehri yürüyerek geçmek, meydanları görmek ve nihayet Sovyet döneminden kalma şehrin altından geçen metro istasyonlarını görmekti. Önce, önümüzdeki günlerde gururumuz Fazıl Say’ın da konser vereceği, Taşkent’in merkezinde Mustakillik (Bağımsızlık) Meydanı’na yakın bir konumda yer alan, tam adıyla Alisher Navoi Devlet Akademik Büyük Tiyatrosu’nu gördük.
Bu bina sadece Özbekistan’ın değil, tüm Orta Asya’nın en büyük ve en prestijli sahne sanatları merkezi olması sebebiyle de çok önemli.
Metro istasyonlarını bir sanat müzesi gibi geze geze, fotoğraf çeke çeke Çarşı durağına geldik ve inip çarşıya daldık. Bu çarşıya aslında ilk gün de gelmiştik. Herkes kendi meşrebince bir şeyler aldı. Grup algısıyla turist neler neler alır!
Hatta kasapların tezgâhından geçerken “et de alsak mı” şakası yaptık. Gerçekten de “al beni, mangala at beni” diyorlardı. Kadınlar ayrı, biz üç erkek ayrı gezdik.
Kırk beş dakika sonra çarşının önünde buluşup, yer ayırttığımız kadim bir Özbek restoranında yemek yiyip havalimanına gidecektik. Bir Orhan ağabey (Mütevelli) de bizden ayrıldı.
Tüm bu süreçleri geçip uçağa bineceğimiz kapının önünde yorgun argın toplandık.
Kendimizi bekleme koltuklarına attık. Orhan ağabeye, “Niye bizden ayrıldın, ne hareketli adamsın valla!” dedim.
Şakacı ağabeyimiz “Et aldım.” deyince gülüştük.
İnanmazdım, inanmazsınız; ertesi gün öğrendim ki gerçekten almış.
“Etme be abi.” dedim.
“Ettim valla.” dedi, etlerin fotoğraflarını da yolladı.
Anlatmadığım çok şey vardır muhakkak.
Yaprak gibi savrula savrula güzel bir sonbahar gezisinin sonuna geldim.
Diğer gezilerde ve yazılarda görüşmek üzere sevgilerimi sunuyorum, şimdilik hoşça kalın değerli okurlarım.