“Uzaydan bakınca dünyaya, dünyadan bakınca uzaya her şey boş, dertler dert değil... Hiiiç kafanıza takmayın, gözlerinizi kapayın, kendinizi okyanusun kenarında düşünün. Dalgaların sesini dinleyin. Bakın kendinizi ne kadar huzurlu ve dingin hissedeceksiniz.”

Yukarıdaki sözcüklerden oluşan paragrafın dediğini sözlü ya da yazılı üç aşağı beş yukarı 50 yıldır duyarım. Son on beş yıldır da sosyal medyada sayfası olan, azıcık radyo dinleyen, kazara berberde gazete okuyan herkes görmüştür, duymuştur. Yaşamın dertlerini fazla kafaya takmamayı öğreten “Uzak Doğu” felsefesi işte.

Sosyal medya sayfalarımızda birbirimizi görmekten “gıyk” dememizi bir nebze olsun engelleyen ve tıklayıp izlediğimiz özel videolardan birini izliyordum dün sabah. Bir yandan da sabah haberlerini seyrediyordum. Hintli rahip İngilizceyi ağzında makaralaya makaralaya anlatıyordu. Bayılırım bu şiveye. Yine ne güzel şeyler söylüyor ve ne kadar da doğru dedim, alttan alttan geçen tercümesini okurken.

“Saatin Rolex olsa ne olacak, Omega olsa ne? İkisi de zamanı gösteriyor. Ve zaman asla değişmez. Biz yaşam standardımızı arttırırken yaşamımızın standardını kaybediyoruz ve asla mutlu olamıyoruz. Yaşamınızın bir standardı olsun. Olmazsa o standardı artırmaya çalışırken standart kovalayan aptallara dönüşüyoruz” diyor özetle.

Tam da o anda bir kadın fotoğrafı düştü ekrana. Fotoğrafın önündeki haberci bir kulağıma, Hintli bir kulağıma konuşurken bir de tırnak içinde “ADAM” fotoğrafı düştü kadının fotoğrafının yanına. Evet, kadın ölmüş, adam katil. Konu yine aynı... Koca boşanmak isteyen karısını öldürmüş. Bu iki insan, evlilik fotoğrafıyla bu kez TV ekranında gelmiş yan yana... Hintliyi çevirdim televizyon ekranına, “Anlat,” dedim, bana anlatma şu kadına anlat!” Kadın aylardır kaçıyormuş, en sonunda tırnak içinde “adam” onu kendi çocuklarının önünde öldürmüş. Bin kez izlediğimiz bir haber. Neredeyse artık haber niteliği taşımayacak, o kadar kanıksadık.

Şimdi bu kadın kocasıyla ve ölümle köşe kapmaca oynarken bu Hintlinin dediklerinin ne anlamı var? Evren, uzay, okyanus... Anlat bakalım ne anlayacak.

Evlen, azıcık palazlan, elin azıcık para görsün, akşam kıraathaneye git, kıraathaneden meyhaneye, meyhaneden pavyona... Kadın hep evde. Üç çocukla otuzu-otuz beşi gören kadının kafası dank edip, “Ne yahu bu, benim yaşadığım da hayat mı, yeter artık!” dediği an bir de bakmış ki içindeki yaşadığı eve karşı aile ve aidiyet duygusu bitivermiş. “Yuvayı yapan dişi kuştur” lafı boşuna değildir. Kadın evden gitti mi yuvadan geriye bir şey kalmaz.

Kapıyı anahtarla hiç açmamış “adam”, kapı çalındığında açılmayıverince ve anahtara ihtiyaç duyunca onun da kafası dank eder. Karısını bulur, önce sert yapar. “Höytttt” der karşılık bulamaz. Sonra özür faslı başlar. Sızlanır, mızmızlanır, hatta salya sümük ağlar. Daha önce tutan tüm numaraları dener. Olmayınca bir süre müdanasız döneme girer. Beni istemeyeni ben de istemem faslı da yemeyince bu sefer başlar tehditlere. Önce biri mi var diye soramaz. Çünkü kadının tek ve seçilmiş erkeği odur. O fikrin düşüncesi bile günah ve dahi saçmadır. Sonra sonra bu kadın gelmeyecek, gelmiyorsa ya biri var ya biri olacak fikri tırnak içindekini delirtir. Pavyondaki kızcağıza bin tatlı dil döküp evdekine yemek nerde ulan diye bir teşekkürü çok gören, karısının evdeki yemenisini koklar ama artık çok geçtir.

Bu adam benim, bu adam sensin, bu adam biziz. En okumuşumuz evlenmeden önce;

“Kabak da pişmiş tuz ister

Ana da benim canım kız ister

Kız olmazsa dul olsun

Şeftali bol olsun” türküsünü söyler de hamile karısının karda düşmesin diye elini tutmaz, önden önden yürür, sağı solu keser.

Karısı illallah deyip de türkünün arkasını;

“Kabağı da boynuma takarım (aman)

Hovardayı gözünden çakarım (hey)

Senin de gibi çapkınları

Aman pazarlarda satarım“ diye getiriverince kıymete biner ama nafile.

Maalesef kadın hâlâ memleketimizde gerçek manada değerli değil. Seçme ve seçilme hakkını dünyadaki birçok ülkeden önce Türk kadınının almış olması uzaydan değil yakından bakınca bile belli olmuyor. Hak kullanılırsa güzel. “Benim partime oy vermezsen sana su vermem,” diyen adamın karısının seçme hakkı olsa ne olacak? Zaten seçilmesi mümkün değil. Kadının kimi seçmeyi bilecek aklı yoksa, sana verdiği çocukları yetiştirmeye aklı var mı peki? Bir toplum böyle kalkınır mı?

“Şalvar Davası” filmi erkeği cinselliğinden terbiye etmeyi hedefleyen kadın dayanışmasını konu ediyordu. Tabiî ki o da dayatarak terbiyeydi. Oysa eğitilerek, bol yumurtalı ve yoğurtlu terbiyeye ihtiyacımız var bizim. Ama ne yazık ki Hoca Nasrettin okyanusun kıyısına gelse maya çalsa, tutsa yoğurt olsa, o yoğurt bile bu cehaletimizi terbiye edemez.

Nesiller eğitilirse o zaman yoğurta gerek kalmaz.

Şimdi hafif bir müzik açın, gözlerinizi kapatın. Arkanıza yaslanın. Kendinizi bir okyanusun kenarında düşünün. Bu arada benim hatamı yapmayın. Televizyonu asla açmayın, haberlere bakmayın.