Pendik’te bir berber dükkânındayım. Yaşım yirmi beş. Mesleğe yeni başlamışım, bir firmayı temsil ediyorum ve görünüşümden huzursuzum. Bugünün şartları düşünüldüğünde o halimden bir ay sonra bile bakımlı sayılırım ya neyse.
Eski bir berber dükkanı. Ancak belli ki berberin çırağı yeni. Çocukcağız heyecanlı ve söylenen hiçbir şeyi anlamıyor. Anladığını da yanlış anlıyor. Berberimiz ise çırağının konuşmadan işaretle her şeyi anlamasını istiyor. Mesela saçlar örtünün üstünde birikti mi, çırağın derhal fırçayı ustasına uzatması lazım. Sakal tıraşı bitip yüz yıkanıp kurulandı mı, derhal kolonya şişesi hazır edilmeli.
Berberin önündeki müşteri kalktı ve sıra bana geldi. Oturdum. Nasıl yapayım dedi. “Valla abicim enseleri düzelt, bir de sakal al, tamamdır,” dedim.
Acelem vardı, usta çok ama çok yavaştı. Çırağa işaret yapıyor, şıp diye anlamasını istiyordu. Tezgâhın üzerindeki makası dahi kendisi almıyor çırağının vermesini istiyordu. İçimden, “ Ameliyathanedeki doktor bile bin kez yaptıkları işte hemşiresinden aleti ağzıyla istiyor, sen çocuğa işkence ediyorsun, teres oğlu teres,” diye geçirdiğimi hatırlıyorum.
Usta asla konuşmadı. Tıraşım bitti kalkıyorum derken sağ omzumu bastırdı, “Bir dakika,” dedi.
“Acelem var masaj istemiyorum,” dedim. “Yoo masaj değil, oturun bir dakika,” dedi ve yine dilsiz oldu. Çırağına kaş etti, yok. Göz etti, yok. El etti, yok. Çırak anlamadıkça usta kızardıkça kızarıyordu. Ben kalkmaya çalıştıkça omzumdan bastırıyor, bir dakika diyordu.
Artık ben de her işarette o yana bakıyor, anlam vermeye çalışıyor fakat veremiyordum. Çocukcağız tezgah üzerinde ne varsa her işaret sonrası hızla atlıyor, tutup uzatıyordu. Artık verecek bir şey kalmayınca sağa sola baktı ve ilk verdiği alete geri döndü. Ustası yine kafa sallayınca ve kafasıyla sağa doğru sertçe bir işaret yapıp burnunu yamultunca oğlan rahatladı, bulmuştu. Tezgâhın en sağında duran süpürgeye yapıştı, ustasına uzattı, usta süpürgeyi tuttu.
Evet dostlar, çokça çıraklık yapmış, çırak arkadaşları olmuş biri olarak bilirdim ki usta tuttu mu alet doğruydu. Ancak usta yer süpürmezdi, peki benimle süpürgenin ne alakası vardı?
Usta süpürgeyi sapından tuttu, alt kısmını toparlayıp avucuna aldı, süpürgenin topuzunu çocuğun kafasına patlattı. Süpürge topuzuyla sopa yiyen bilir. Tel ile sıkıca bağlanıp şekillendirilen topuz taştan serttir. Oğlanın düşmesine fırsat vermeden sol kulağını kaptı, tezgâhın üzerine burnunu sürte sürte minnacık cımbızın yanına getirdi. Oğlanın gözleri fal taşı gibiydi. Burnu tam cımbıza dokununca gözleri şaşı olup alacağı alete odaklandı ve sağ eliyle kaptığı gibi ustasına uzattı.
Usta benim sağ kulağımın memesinde ergenliğimde peydah olan ve hala varlığını sürdüren o kılı tek hamlede aldı. İşim bitmişti. Ben dükkândan çıkarken çırak ustanın elindeydi ve döndüre döndüre dövülüyordu.
Müdahale etmediğime kızdınız değil mi? Ben o gün de kızdım kendime, bugün de hala kızarım.
Ancak bizim elimizi kolumuzu bağlayan, içimiz acısa da müdahale etmemizi engelleyen, zamanın “Eti senin, kemiği benim” kültürüdür.
Baba, “Ne yap et, oğluma sanatını öğret” anlamında bu lafı söyler, evladını ilkokul sonrası bir ustaya emanet ederdi.
Babalar arasındaki benzer konuşmalara sıkça rastlamışımdır.
“Oğlumu filancanın yanına verdim..!”
Bu lafı babalar gururla söylerdi. Oğlu sanat öğrenecek, bol para kazanacak ve tabiî ki babasına da bakacak. Küçükken yanağında beş parmak tokat izi olan çok çocuk gördüm. Hatta bir tanesi resmen kabarmıştı. Ustanın kocaman eli yüzü bitirmiş, enseye kadar dönmüştü.
Sokakta gördüğümüz kadına şiddet olaylarında da tutulup kalıyoruz. Kimse müdahale edemiyor. Polis bile kasılıp kalıyor. Kocasıdır döver, ustasıdır döver, babasıdır döver diye diye kanıksamışız şiddeti.
Şimdilerde yaşayan popüler mesleklere bile kimse çocuğunu çırak olarak vermek istemiyor. Herkes okuyacak. Herkes doktor olacak, avukat olacak. Hiç değilse masa başı bir iş, muhasebeci mesela...
İş başvurularında hep muhasebede çalışmak isteyen insanlar var. Oysa bir iş yerinde kaç muhasebeci olabilir ki?
“Yook ben kasiyerlik yapamaamm, muhasebe olursa olur.” “Kasiyerlikten başla, sonra bakarız,” lafını duyunca domuz kurşunu yemiş gibi olan bir sürü insan gördüm. İki ya da dört yıllık okulu bitiren hemen iş bulacağını sanıyor. Hemen bir oda tahsis edilecek, o da çalışacak. İşin çıraklığı yapılmamış, kalfası olunmamış, usta olunacak. Yani yüksekokul mezunu da işin çıraklığından başlayacağını bilemiyor.
Vaktinde çıraklık yapmış kimse, o çileyi çocuğu da çeksin istemiyor. Herkes çocuğunu okutmak, makam, mevki sahibi yapmak istiyor. Ancak vaktinde çıraklık yapmış insanlar işin işletme yanını maalesef bilmiyor, bilmedikleri için de çocuklarını yanlış yönlendiriyorlar.
“Ben çalışırım ama ailem kabul etmez,” diyen o kadar çok genç var ki.
“Sen bunca sene bunun için mi okudun?”
Bu soru kafanın tartmama sorusudur. Okulda yetişen çocuğunu, usta sanan baba sendromu bu. Yazın klimalı, kışın sıcak odada çocuğunun işletmeye cevher yumurtlayacağını sanma yanılgısı.                Ne yazık ki işletmede tuvalet var temizlenecek, oda var süpürülecek, tezgâh var silinecek.
“Aaa sana MASANI mı sildirdiler, inanmıyorummm...! Sen onca sene bunun için mi okudun? Bırak kızım, bırak başka enayi bulsunlar."
 
Evet çıraklık bitmemeliydi; ama bitti. Hangi berbere gitsem dertli. Çırak bulamıyorlarmış. Bazı meslekler çırak olmadığı için yok oldu gitti. Oysa şimdi olsa üretilenin pazarı var. Ama üreten kalmadı. Sanayi kuruluşları vasıf istemeyen işlere eleman bulamıyor. Başvuruların tamamı yüksekokul mezunu.
Sanat okulları iyi bir hamleydi. Doğru işti. Yarım gün okul, yarım gün atölye.
Ticaret liseleri de iyiydi. Şimdi artık ticareti imamlardan öğreneceğiz. İmam hatip okulları çoğalıyor diye eleştiriyorum sanılmasın. Herkes çocuğunu imam yapsın, bence pek alâ bir iş. Hangi köyde imam varsa o imamın bir de bakkal dükkânı var. İşin tamamı bir buçuk saat ya tutuyor, ya tutmuyor. Bu adam ne yapsın? Mal almaya gittiği gün de öğlen ve ikindiyi müezzin kıldırıyor. O kadar olacak, ticaret mühim.  
Hem imam kendi işinde en ehil insan bu devirde, bu memlekette. Kuran kursunda çıraklık yapmış. Çıraklık yaptığı yer işletmenin tam içi. Ondan sonraki hayatında zaten hem iş olarak hem de bir imanlı olarak hep işin içinde. Ameliye nazariye olmuş. Nazariye zaten ameliye…
Her cuma sonrası paraya bir aşinalık da olunuyor gayri ihtiyari olarak...
 
Ancak bizim köyün imamı bir başka. Oğlunu Serkan Berber’e çırak verdi. Serkan hayatta kimseye elini sürmez. Sadece ağzı biraz pis..!  Eee o kadar olsun. Sanat öğrenmek kolay mı?