Son 5 yılda İnsan kaynakları departmanlarının ve hatta tüm süreçlerin kurgu ve yönetim sistemleriyle iyi yolda olduğumuz söyleniyor. Yapılan araştırmalar da bunu destekliyor. İşe alım süresi kısalmış, turnover düşmüş, eğitim saati artmış, neredeyse hatasız sistemler kurulmuş. Ancak garip bir huzursuzluk, bir yerde terslik var. Çalışanlar bağlı değil, adaylar süreçten şikâyetçi, yöneticiler destek görmüyor, işveren memnun değil. Peki o zaman biz neyi başarıyoruz? Araştırmalara yanlış yerden mi bakıyoruz?
Sabah işe geç kaldınız. Çocuğunuz hasta, gece boyunca başında beklediniz. Uyuyamamışsınız. Şirketin iç iletişim sisteminden yöneticinize bir not geçtiniz: “Bugün evden çalışabilir miyim?” Cevap kısa ve net: “Yönetmelik gereği uzaktan çalışma hakkınız bulunmuyor.”
O an fark ediyorsunuz: İnsan kaynakları departmanı var, ama ‘insan’ yok.
Bugün pek çok şirkette İnsan Kaynakları bölümü, adının ilk kelimesini unutur halde. İnsanların duygularını, yaşamını, ihtiyaçlarını göz ardı eden; sadece performans tablolarına, verimlilik raporlarına ve algoritmalara odaklanan mekanik bir yapıya dönüştü. Oysa bir çalışan, sadece üretim gücüyle değil, duygularıyla, değerleriyle, hayatıyla bir bütündür. Formlar, Sistemler, Süreçler… Ama “insan” nerede?
Belki de asıl soruyu sormalıyız: İnsan kaynakları, insanı unuttu mu?
Günümüzde İK süreçleri çoğunlukla otomasyona bağlanmış durumda. CV’ler anahtar kelimelerle eleniyor, mülakatlar skorlanıyor, performanslar grafiklere indirgeniyor. Her şey ölçülebilir. Ama ya hissedilenler?
Bir aday, işe alınmadığında kendini değersiz hissetmemeli. Bir çalışan, performans görüşmesinden çıktığında yalnızlık değil, gelişim umudu taşımalı. Bir yönetici, İK departmanını sadece prosedürle değil, güvenle hatırlamalı.
Oysa gün geçtikçe İK departmanları; kişisel hikâyelere değil, sistemsel verimliliğe odaklanıyor. Bazen en iyi aday, algoritmaların göremediği o “uyumlu karakter”; bazen en güçlü potansiyel, bugünkü skorlarla değil, yarınki inançla ölçülüyor.
“İnsan”a Dokunmayan Kaynak, Gerçek Kaynak Olabilir mi?
İK'nın temel misyonu sadece işe almak, performans takip etmek, bordro hazırlamak değil. Kültürü şekillendirmek, kurum içinde anlam ve aidiyet yaratmak, insan potansiyelini ortaya çıkarmaktır.
Ancak bunu yapabilmek için, önce çalışanları “veri noktası” değil, birer “insan” olarak görmek gerekiyor. İyi bir İK departmanı, bir çalışanın annesinin rahatsızlığıyla ilgilenir; adayın gözündeki heyecanı fark eder; tereddütleri, kırgınlıkları, umutları hisseder.
Yapay zekâya, otomasyona, sistemlere karşı değilim. Aksine, doğru kullanıldığında büyük katkılar sağlıyorlar. Ancak insanı sistemin dışında bırakırsak, İK bir departman değil, bir makine parçasına dönüşür.
Yeniden “İnsan”ı Hatırlamak Zorundayız
Kurumsal dünyada en değerli rekabet avantajı artık “insan kültürü”. Yani İnsan kaynakları, sadece bordro düzenleyen, izin günlerini takip eden ya da performans raporlarını yöneten bir birim değildir; olmamalı. Her çalışanın bir hayatı, duyguları, umutları ve zaman zaman tükenmişlikleri vardır. İK, bu gerçekliği göz ardı edemez.
Çünkü insanı sadece “kaynak” olarak gören bir sistem, sonunda hem insanı kaybeder hem de kaynağını. Belki de yeniden hatırlamamız gerekiyor: Şirketler robotlarla değil, insanlarla ayakta kalır. Empati, anlayış ve güven, yalnızca bireysel ilişkilerde değil, kurumsal yapının temelinde de yer almalı.
Gerçek bir “insan kaynakları” için önce “insanı” hatırlamak gerekir.