(Londra İzlenimleri)

Eşim, çocuklarım ve torunlarım ile sıkıca giyinip yaya olarak yola koyulduk. Hedefimiz Natural History Museum’du. 45 dakikalık bir gezi/yürüyüş sonrası hedefimize vardık.

Devasa bir bina; Londra’nın göbeğinde benim diyen saraydan da gösterişli, koskoca bir bahçe içerisinde bir yapı karşıladı bizi. Bu taş yapının üzerinde içinde ne olduğunu ele verir şekilde hayvan rölyefleri var.

Uzun bir kuyruğa girdik. Ama beş dakika bile beklemedik. İçeriye giriş ücretsiz; ancak arzu ederseniz 5 pound bağış yapabiliyorsunuz. Niye 5 pound diyorum, çünkü kapıya üstünde beş pound yazan şeffaf kumbaralar, beş pound yazan kredi kartı turnikeleri koymuşlar.

İçeri girer girmez karşıda, üst kata sağlı sollu çıkış merdivenlerinin de olduğu yaklaşık otuz metre yüksek, kubbe tavanlı bir salonla karşılaşıyoruz. Ve o tavanda asılı tüm parçası tastamam bir mavi balina iskeleti var.

Bu müze adından da anlaşılacağı gibi doğal tarih müzesi. Şu anda var olan, nesli tükenmiş, tarih öncesi yaşamış, uçan, kaçan, zıplayan, aklınıza gelen gelmeyen her türlü canlı bulunuyor. Kısacası okyanus altındaki bir mercan resif parçasından minnacık kelebeğe kadar.

Tam bir dinazor fosili, farklı dinazorların iskelet parçaları, Jurassic Park filminden fırlamış gibi duran hareketli dinazorlar...

Torunum Alp’in en çok dikkatini çeken bir koridorda sergilenmiş doldurulmuş hayvanlar oldu. Hele ornitorenki görünce gözleri parladı. Bu teknik sayesinde ölü bir canlının bedeni tıpkı gerçekmiş gibi sergilenebiliyor. Az da olsa bir kısmını belgesellerde gördüğümüz canlıların yüzlercesini birebir boyutlarıyla aradaki camekana rağmen yakından görmek hepimizi çok etkiledi.

Müze bir günde gezmekle bitecek gibi değil, iki buçuk saatte onda birini bile gezememişizdir. Müzenin farklı alanlarında hediyelik satan marketler var. Üç yüz kişinin oturarak rahatça yemek yiyeceği self servis bir restoran tıklım tıklım dolu.

Bu bölgede başka müzeler de yer alıyor. Bir tanesi Teknoloji Tarihi Müzesi. Ama bizde yürüyecek hal mi kaldı? Yarına artık deyip Güney Kensington’da küçük bir restorana oturduk, karnımızı doyurduktan ve iyice dinlendikten sonra biraz da gezerek hotelimize vardık. Berk bebek sağ olsun bu sürede arabasında uyudu.

Şimdi odamda hem yazıyor hem düşünüyorum. Müzecilik ne kadar önemli. Bilgiye, insanlığa, evrensel tarihe verilen önemi gösteriyor. Yıllar önce İsveç’te bir gemi buluntusunun müzeye çevrildiğini görünce çok heyecanlanmıştım. Neden Bursa gibi İpek Yolu üzerindeki bir şehirde havlu müzesi olmasın deyip harekete geçmiştim.

Hisar bölgesinde çökmüş, mezbeleliğe dönmüş bir hamam buldum. Ön pazarlığını yapıp daha önce randevu aldığım belediye başkanının yanında aldım soluğu ama ne yazık ki işi çıkmış. Beni yardımcısına havale ettiler. Özenle müze, müzecilik üzerine kısacık konuştum. Sonra Bursa’nın havlusunun ünlü olduğunu, bir hamamın restore edilerek müzeye çevrilebileceğini, içinde restoran, pastane, mağaza da olacağını. Tarihi bir hamam atmosferinde dünden bugüne banyo kültürünün sergilendiği bir müzenin Bursa’yı taçlandıracağını anlattım. Avrupa’da ve dünyadaki özel müzelerden, onların turizme kattığı değerden söz ettim. Tek isteğimin bu tarihi mekânı ayağa kaldırırken destek sağlanması, tarihi dokuya zarar vermemizin önüne geçilmesi olduğunu söyledim. Çünkü eğer belediyenin vereceği bir ekip nezaretinde çalışmazsak kaş yaparken göz çıkarabilirdik. Para pul istemediğimi, sadece danışmanlık istediğimi, bana istişare edip haber verilmesini rica ettim.

Bay yardımcı, “Ben yetkiliyim, bununla ilgili istişareye ihtiyaç yok,” dedi. “Ne güzel hemen cevap alabileceğim,” diyerek sevindim.

Cevap çok açık ve net olarak: İLGİLENMİYORUZ oldu.

Bir dev kurum adına, bir şehir adına, bir kültürel miras adına, hem de olumsuz bir cevabı vermek ne büyük bir güç Allah’ım diye düşünür dururum hâlâ.

Peki bir arsam var, AVM yapacağım deseydim ne derdi bu yüce yetkili acaba diye de düşünüp durmam. Cevabını biliyorum çünkü.

Kendi eli ile tarihi buluntularını, hazinelerini yabancılara vermiş nesillerin çocuklarıyız. Bunların başını İngilizler çekiyor. Öyle çalma falan yok. O dönemin yetkililerinin izniyle, hem de kendi işçimizin alın teriyle gemilere yükleyerek. Yevmiyelerini vermişler canım, alacaklı falan değiliz. British Museum’da sergilenen, bizden giden çok eser var.

Truva Hazinesi ise tam bir skandaldır. Kendi insanımıza kazı yaptırıp sonuna gelindiğinde herkesi paydos ettirip, hazinenin son parçasına kadar götürülmesi ne sızılı bir tarihi anıdır.

Bu kazılar 1890'a kadar, bu uğurda servetinin büyük bir bölümünü harcayan Heinrich Schliemann başkanlığında yapılmıştır. Schliemann, İlyada destanına merak sarıp araştırmış ve bu destandan 1873'te Truva hazinelerine ulaşmış, bulmuş ve yurt dışına kaçırmıştır. Oysa o coğrafyanın sahipleri, o hazinenin üzerinde oturan bizler niye merak salmamışız. O sorunun cevabı aslında bir anlamda Osmanlı’nın çöküşünün ipuçlarını da ele veriyor.

Kısa ve net; bilmeyen merak etmez, merak etmeyen heyecanlanmaz, heyecanlanmayan harekete geçmez!

Not:

Merak eden Fuad Safarov’un hazinenin güncel durumunu anlatan yazısını

https://medyagunlugu.com/3-ulkenin-paylasamadigi-hazine/

Linkinden okuyabilir.