Binlerce yıl önce yaşayan bir şamanın bilgelik kırıntısı bugünün insanında yok. Git gide de karanlığa doğru gidiyor insanoğlu. Hem de bütün bu teknolojiye ve iletişim olanaklarına rağmen. Dinlerin özü hep aynı. Batıl dinler deniyor ama semboller hep aynı sadece isimleri farklı. Ha ölüm tanrısı ha ölüm meleği.

Uzay kuramcılığı tarafından bakılınca da yine kapı aynı yere çıkıyor. Gökten gelen varlıklar. Kim bunlar? Sadece uzaylı masalı mı, yoksa gerçekten başka bir uygarlıktan mı geliyorlar?

Büyük bir ilme sahip oldukları için mi tanrısallar? Tanrı­sallıklarından mı bu ilme sahipler? Kötü hep var iyiliğin zıttı olarak. Kimi şey­tan demiş, kimi başka bir şey. Eskiden eğitim siste­mimizde Türklük, Orta Asya vardı. Dede Korkut Destanı okutulurdu mesela.

İnsanlar içinde ya­şadığı toplumla bir­likte evrilip değişiyorlar. Bu deği­şim olumlu ya da olumsuz olabiliyor. Toplumsal anlayış, in­sanın içinde bulunduğu kültür bireyin kaderi oluyor. Etrafımızda konuşan bir sürü insan ve hatta televizyona çıkıp konuşmaya layık görülmüş bir uzman bile şöyle diye­biliyor: “Allah insana akıl vermiş kardeşim. Madem yanlış oldu­ğunu düşünüyorsun yapmayacaksın.”

Ne güzel laf değil mi? Burada iki durum çıkıyor karşı­mıza. Öncelikle “yanlış” bir olgudur, kişiye ve topluma göre değişir. Çok akıllı bir insan bile içinde yaşadığı toplumun ona kattığı değer yargılarından ötürü yanlışı doğru olarak görebilir. İkincisi ise yanlış olan bir duruma bir birey değer yargılarını, kanunları hiçe sayarak nasıl baş kaldırabilir. Nasıl kabuğunu kırabilir? Çok zor değil mi? Bunu yaptığında işinden, sağlığından, malından, canından, vatanından, ailesinden ve özgürlüğünden olabilir. Başka bir konu daha var. İnsan ne kadar akıllı olursa olsun, yaşadığı toplumun eğitim biçimi ve kalitesi de evrensel normlara uzaklığını ve yakınlığını belirliyor.

Yani pürü pak bir doğruyu görmeyi engelleyen en büyük perde, eğitim olabiliyor demek ki.

Örneğin çocuğu yetiştirirken çok ama çok büyük bir ola­sılıkla ne verirsen onu alıyorsun. (İstisnalar vardır ama so­nucu değiştirmez.)

Bu durum inançlar için de böyle. Özellikle din adamları­nın en çok kullandığı söz yine aynı: “Allah insana düşünsün diye akıl ve fikir vermiş.”

Yani düşünsünler ve doğruyu bulsunlar.

-Peki hangi doğru?

-Benim doğrum.

-Seninki doğru mu? Nereden biliyorsun?

-Doğru tabii! Kutsal kitabımız der ki..!

Bu diyalog bitmez. Ve her dinin mümini aynı şeyi söyler. Sadece din için değil aynı şey ideolojiler için de geçerlidir.

Benim kuşağın ömrü televizyondaki tartışma program­larını izlemekle geçti. Çok zevk alır izlerdim. Önceleri tartı­şanlar bilgiye sahip insanlardı. Uzman deniyorsa bir kişiye, o kişi gerçekten konusunun uzmanıydı.

Şimdi hiç izleyemiyorum. Tahammül edemiyorum.

Bilerek konuşmak ile birinin ya da bir ideolojinin bora­zanlığını yapmak bambaşka bir şey. İnanın midem bulanı­yor. Bir de eskiden siyasi tartışma programlarına katılanlar gerçekten vatansever insanlardı. Bir fikri savunurken sami­miydiler. Şimdi doğruyu bildiği halde sadece menfaati için insanların gözünün içine baka baka yalan söyleyen uzman, gazeteci, stratejist kılığında insanlar var. İşleri sadece ka­muoyunu yönlendirmek. Onların doğru ya da yanlışla işleri yok.

Karınca bile değiliz koskoca evrende.

Uzaydan bakıldığında yaptığımız evler, binalar, yollar, köprüler falan olmasa mikrobiyolojik bir canlıyız…

Allah akıl vermiş gerçekten de. Ama fikri veren O değil.

Oku diyor ilk emirde; “OKU”.

Yani bilgiye ulaş.

O zaman fikir kendiliğinden gelir.