21. yüzyılın en önemli konularından biri ve bazı yakla­şımlara göre birincisi “İklim Değişikliği”dir. Dün­ya’da ve Türkiye’de karşılaşılan çevre sorunlarının çözümü için girişilen eylemler ve başlatılan örgütlenmeler son dö­nemlerde oluşmuştur. Çünkü insan ve doğa ilişkilerindeki dengesizlikler, özellikle Sanayi Devrimi’nden sonra güncel­lik kazanmıştır.

İnsanlığın bilinçlenmesi de bu gelişmeye paralel bir seyir izlemiş, bu konudaki örgütlenme girişimlerinin, eylemlerin ve politika oluşturma çabalarının dikkate değer boyutlar kazanabilmesi için 19. yüzyılın ortalarını, hatta sonlarını beklemek gerekmiştir.

ABD’de ulusal parklar oluşturma akımının ortaya çıkması ve orta sınıfın boş zamanlarını değerlendirebilmek ama­cıyla peyzaj düzenlemeleri yapmaları, yeşil ve açık alanların korunmasını amaçlayan derneklerin üye sayılarının 1 mil­yonu aşan sivil toplum durumuna gelmesi bütün dünyada ilgiyle izlenmiştir.

Bu doğrultudaki eylemlerin ve örgütlenmelerin; hem sa­yıca artması, hem çeşitlenmesi hem de ideolojik içerik ka­zanması, denilebilir ki 20. yüzyılın üçüncü çeyreğine damgasını vurmuştur.

Yakın tarihlere gelinceye değin “Çevre Sorunları” denil­diğinde, insanla doğa arasındaki ilişkiler daha çok bireysel, yerel, bölgesel ve hatta ulusal düzeylerde ve insan mer­kezci bir yaklaşımla ele alınıyordu. Günümüzde, ekosiste­min geleceği; zengin yaşam biçimlerinin, liberal dünya düzeninin çevresel varlıklar üzerindeki etkileri sonu­cunda sorgulanır duruma gelmiştir.

Roma Kulübü diye bilinen; sanayicilerden, bilim insan­larından ve aydınlardan oluşan bir sivil toplum örgütünün, yeryüzünde çevre koşullarının ne yönde değişmekte oldu­ğunu incelemek amacıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (M.I.T.) uzmanlarına hazırlattığı rapor, bu alanda en önemli adımlardan biri ol­muştur.

Bu raporda savunulan başlıca tez; yeryüzünün o ta­rihten itibaren 150 yıl içinde yani 2120 yılına gelinceye kadar “yaşanabilirlik niteliği”ni geniş ölçüde yitirebile­ceği yönündeydi. Bu karamsar kestirim; nüfus artışının, hızlı kentleşmenin ve güncel doğurganlık eğilimlerinin ol­duğu gibi sürüp gideceği, sanayileşmenin hızından bir şey yitirmeyeceği gibi varsayımlara dayanıyordu. Dolayısıyla, bu raporda dikkat çekilen kaçınılmaz son ile karşılaşmak is­tenmediği takdirde büyüme hızının sıfıra indirilmesi gerek­mekteydi. Büyüme hızının sıfıra indirilmesi; bir yandan nüfus artışının durdurulmasını, bir yandan da ekonomik büyümenin sıfıra indirilmesini zorunlu kılmaktaydı.

Raporun başlığının “Büyümenin Sınırları” olması, yalnız büyüme olgusunun sınırları olduğu gerçeğinin kabul edil­mesinden değil, aynı zamanda büyümeye mutlaka bir sınır konulması zorunluluğunun da bir anlatımıydı.

Şüphesiz ki; “Çevre Sorunları” adı verilen sorunlar sadece bir ülkenin iç sorunu olarak görülüp değerlen­dirilemez. Bir ülkenin kirletici etkinliklerinin sadece kendi çevresine değil komşularının çevre koşullarında da etkile­mekten geri kalmayacağı açıktır. Kirlenme; suyla, havayla, ulaşım araçları ile ve başka biçimlerde ülke sınırlarının öte­sine taşınabilir.

Yaşam ortamları, yaşanabilirlik niteliklerini yalnızca türlü kirlenme biçimleriyle yitirmez. Bir ülkenin insanlarının doğal ve kültürel değerler karşısındaki olumsuz, bi­linçsiz ve sorumsuz tavır ve davranışları sonucunda da geniş ölçüde yitirir. Bu tür gelişmelerle, insanlığın ortak mirası kavramı çerçevesine giren değerlerden yararlanma şansı da ortadan kalkar.

Çevre sorunlarının uluslararası boyutları nedeniyledir ki sorunlara çözüm yolu aranmasında ve çözüm önerilerinin yaşama geçirilmesinde de uluslararasında sıkı bir iş bir­liği yapılması gerekmiştir. Toplumları böyle bir iş birliğine zorlayan gerekçelerin yanı sıra, Birleşmiş Milletler Anayasa­sı’nın 74. maddesindeki devletlerin aralarındaki uyuşmaz­lıkları barışçı yollardan çözmeleri için iş birliği zorunluluğu, birçok uluslararası sözleşmenin de kuralları arasında bu­lunmaktadır.

Bu türlü iş birliği girişimleri; bir yandan sorunların çözü­münde bilgi alışverişi yapmayı, bir yandan da hükümetle­rin ve halkların aydınlatılması ve uyarılmasını sağlamayı gerekli kılmaktadır. Çevreyle ilgili çalışmalar yapan kuruluş­ların başında Birleşmiş Milletler örgütünün UNESCO, HABİ­TAT, UNEP, WMO, WHO, UNDP gibi uzmanlık kuruluşları gelmektedir.

Avrupa çapındaki kuruluşlar arasındaysa; Avrupa Birliği (AB), Avrupa Konseyi ve Avrupa Ekonomik Kalkınma ve İş Birliği Örgütü - OECD bulunmaktadır. Zaman zaman NATO’nun bile çevre konuları ile ilgilendiği görülebiliyor.

Uluslararası çapta etkinliklerde bulunan YEŞİL BARIŞ ve benzeri sivil toplum örgütlerinin çalışmaları da gözden uzak tutulmamalıdır. Küresel ısınma, ozon tabakasının incelmesi, ormansızlaşma ve çölleşme, radyoaktif kir­lenmeler, iklim değişmeleri, sulak alanların daralması, zehirli ve tehlikeli atıkların ülkeden ülkeye taşınması, biyolojik çeşitliliğin azalması gibi sorunlar bunlar arasın­dadır.

Bunların tümü; gerekli önlemler alınmadığı ya da yete­rince uygulanmadığı takdirde tüm insanlığı ve ekosistemi tehdit edebilecek boyutlara ulaşmaktadır.

Küresel nitelikte olan çevre sorunlarının süreklilik niteliği, “Çevresel Güvenlik” kavramını gündeme getirmektedir. Çevresel güvenliğin sağlanması, uluslararasında çok yakın iş birliği yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Konuya devam edeceğim.

Tüm dünyaya temiz bir çevre diliyorum.