Geçen hafta bilgisayarıma düşen aşağıdaki alıntıyı okurken, dört mevsim iklim koşuluna ve büyük çoğunluğu sulama sistemleriyle donatılmış verimli tarım topraklarına sahip ülkemizin neden buğday, arpa gibi hububat, et vb. ürünleri ithal etmesinin, köylerde çiftçilik yapanların topraklarını bırakıp kentlere göç etmesinin, içimde yarattığı sızıyı yine yaşadım. Gelin önce bu sızıntıya biraz ışık tutacak, bir köylü çocuğunun ağzından yaşadığı koşulları dinleyelim;

‘’Ben çocukken babamın 500 dönüm tarlası vardı, traktörü, 150 koyunu, üç beş ineği ve danaları vardı. Yılda 60 ton buğday, 150 kuzu, iki dana satardı. Ben kendimizi fakir zannederdim hep, çünkü üstümüzde eskimiş elbise ve eskimiş ayakkabı vardı. Sobada tezek yakardık, saman ile ekmek yapılırdı, ev yemeğinden bıkardık. Yumurta yememek için sofradan kaçardık. Pastırma, sucuk günlük yemeğimizdi. Tereyağı, peynir bozulunca atar, tazesini yapardı annem. Bana göre zengin, şehirde oturan, şık giyinen insanlardı. Köyde herkes öyle düşünürdü, çocuklarını devlet memuru yapmak için okuturlardı. Okusun hayatı kurtulsun, köyde çürümesin derlerdi. İşte bu düşünce geleceğimize şekil verdi, bizi fakirleştirdi. Ve buğday, arpa, hububat üretiminde kendine yetemeyen, bunları ithal eden ülke yaptı. Şimdi buradan bakıyorum da, babam çok zengin adammış, resmen ağa imiş, ama sürekli tasarruf, kişiliğinin köşe taşıymış, gereksiz harcamaları israf saymış. İşte babam ve benzeri köylüler şehre göç etti, köyde tarla satıp şehirde arsa aldılar, daire karşılığı müteahhide verdiler, üçer, beşer daire aldılar. Şimdi o dairelerde yiyecekleri sebzeyi alamıyorlar, çünkü pahalı. Tereyağı, peynir alamıyorlar, doğalgaz zammına kızıyorlar, ama hala şehre göç ediyorlar…’’

Bizim, köydeki zenginliğini bırakıp kentlere göç edenlerin perişan halini okurken, sizlere daha önce bu köşede aktardığım, Başkanlığım sürecinde yaptığım ziyaretlerde tanıdığım İspanya’daki ve Hollanda’daki, toprağa bağlı olarak yaşamlarını sürdüren insanların mutluluğu, zenginliği yeniden gözlerimin önünde canlandı. Gelin onların yaşamlarına da göz atalım;

İspanya’da kırsal alandaki bir köyde yaşayanların kurduğu, beş yüz civarında üyesi olan bir hayvancılık kooperatifini ziyaretimde, kooperatif başkanı beni evine götürmüştü, evin çift kanat ahşap kapısı vardı, kanatlardan birinde bir süt tankı monte edilmişti. İçeri girdiğimizde ciğerlerimiz tezek kokusuyla doldu, başkanın hanımı ineklerini sağıyordu, 12 adet inekleri vardı. Başkan kooperatif yapısını şöyle anlattı;

‘’Üyelerimizin hepsinin tarlası var, hayvan yemi yetiştiririz, verimliliğimizi artırmak için uzmanlardan bilgi alırız, yetiştirdiğimiz ürünleri kooperatifin yem şirketine satarız, hayvanlarımızın yemini de şirketten bedeli karşılığı alırız. Sağdığımız sütü kapıdaki tanka pompalarız, kooperatifimizin süt ürünleri şirketi her sabah alır ve bedelini bize öder. Hepimiz bu şirketlerin ortağıyız ve her yıl şirketlerin karlarında hissemize düşen payı alırız.’’

Bu bilgileri aldıktan sonra evin hanımı bizi bir şeyler ikram etmek için yaşam bölümüne davet etti, gördüğümüz ev bizim deyimimizle lüks bir villaydı. Hanım eve geçerken iki oğlu olduğunu ama birinin haylaz olduğunu, tıp okuyup doktor olacağını (!), diğerinin kasabadaki Uygulamalı Hayvancılık Okulunda okuduğunu, okulu bitirip işin başına geçeceğini anlattı.

Bugün bizim Konya ovasından biraz büyük Hollanda, tarım ve hayvancılık sektörünün ürünlerini yetiştirip, ABD’den sonra en fazla dünyaya satan ve de dünyanın en zengin ülkelerinden biri. Hollanda’nın da bu başarısındaki iki temel taşı, üreticilerin köy bazında kooperatif çatısı altında üretim yapmaları ve çiftçi çocuklarının uygulamalı tarım ve hayvancılık meslek okullarında eğitilmeleridir. Bu düzenin bir örneğini de Hollanda’yı ziyaretimde görmüştüm. Top marul yetiştiren bir kooperatif alanını gezdiğimde, kızlı, erkekli gençler marulları topluyorlar, kutulara yerleştiriyorlardı. Kooperatif başkanı o gençlerin köylerindeki tarım meslek okulu öğrencileri olduğunu, o tarlaları beraber sürdüklerini, onların okul laboratuvarında yaptıkları toprak tahlillerine göre gübrelediklerini, beraber çapaladıklarını, şimdi de toplayıp, kutulara yerleştirip Almanya’ya yolladıklarını anlatmıştı.

Aslında kentimizde uygulamalı tarım okulunun bir örneği var, hem de ta Abdülhamid döneminde kurulmuş, Ameli ve Nazari Hamidiye Ziraat Mektebi. Halen bu okulumuzda okuyan çocuklarımızın tarlaları, seraları, kümesleri vb. var, derslerde öğrendikleriyle üretim yapıyorlar. Ha, bir de o ürünlerle pişirdikleri leziz yemekleri sundukları bir lokantaları var, uğramanızı tavsiye ederim…