Sabahın yedisinde bir filme takıldım. “Kosmeteio Vakfı” sa­kinleri sakin insanlar. Çok iyi bir Türkçe ile sakin sakin konuşuyorlar. İstanbul’dan, doğup büyüdükleri yerden kopup gitmişler Yunanistan’a...

Bağımsız filmler kuşağında denk geldim Aydın Kapancık’ın yönettiği “Kayıp Vatan” belgeseline. Yüreğim sızladı, içim acıdı.

Göç etmek, göçe zorlanmak ya da kaçmak... Adına ne der­seniz deyin her insan için aynı; her yöne her memlekete doğru aynı acı.

Anne tarafım mübadele sırasında Yunanistan’dan göçmüş Bursa’ya. İstanbul Rumları mübadele dışı bırakılmış vaktinde. Çünkü onlar demek İstanbul demek.

1964 yılında İstanbul’da yüz bin civarı Rum yaşıyormuş, şimdi iki bin civarı. Neden göçtüler, nasıl oldu da gittiler? Hâlâ bilmeyen varsa ve merak ediyorsa araştırıp öğrenebilir. Göçün en büyük birinci nedeni çoğunlukla savaş ve savaş sonrası olanlar. Başka nedenler de var tabii. Ancak şimdi konum o değil. Derdim; göçün getirdiği o dinmeyen acı. Genç yönet­men Aydın Kapancık son derece samimi bir film çekmiş. Fil­min tamamı, yine bir İstanbul göçmeni, hayırsever Bay Kosmeteio tarafından inşa edilmiş vakıf binasındaki küçük odalarda çekilmiş. O küçük odaları her birinin acılarını göm­düğü vatanı olmuş.

İstanbul’da doğup büyümüş bir Rum mu daha İstanbullu­dur yoksa sonradan gelmiş bir Erzurumlu ya da Bursalı mı? Vatan neresidir? Bir yere vatanım demek yeterli midir? “Benim” demek sahip olmaya yeter mi?

Yunanistan’a bir bavulla gitmiş hepsi. Tıpkı bizim Bulgaris­tan’dan göçmek zorunda kalan soydaşlarımız gibi. Kimi iş in­sanı, kimi esnaf, kimi işçi… Hepsinin evlerine ve malvarlıklarına el konul­muş. Sonuçta göç herkesi eşit yapmış. Artık vatanları bile kalmamış. Türki­ye’de “kefere”, orada “Türko” olmuşlar. Orada da yabancı, burada zaten hep yabancıydılar.

Öyle bizdenler ki, öyle güzel konu­şuyorlar ki... Biri, “İki vatanın varsa hiç vatanın yoktur” diyor; diğeri “Buna şükür” diyor; bir diğeri de “Ahhh İstan­bul’um benim, canım vatanım”.

Kırk yıl olmuş İstanbul’a gelmeyeli. Ve hepsi vatan aşkı, İstanbul özlemiyle ağlıyor.

“Bu vakıf olmasa perişandık. Önce çok zor geldi ama şimdi alıştık,” ortak söylemleri.

İstanbul’da olsalar yapacak ne çok şeyleri olurdu. Komşular, çarşı-pazar ve dayanışma.

Belgeselden bir anekdot daha:

“Askere gittim. Yılmaz asteğmen yanına çağırdı. ‘Yunanis­tan’la savaşsak kimden yana olursun?’ diye sordu. Komutanım ben Türk askeriyim kimden yana olacağım diye cevap ver­dim.”

İstanbul’da olsa asker arkadaşlarıyla buluşurdu. Yapacak ne çok şeyi olurdu.

Zaten şu cümle her şeyi anlatıyor değil mi?

“İlk kez İstanbul’da âşık oldum. Orada arkadaşlarım var. İs­tanbul burnumda tütüyor.”

Bir yandan belgesel filmi izlerken bir yandan da bir şarkıyı çaldım içimde:

Şimdi İstanbul’da olmak vardı

Yayılmışız dünyanın dört bir yanına

Kimisi ta Kopenhag’da, kimisi Paris

Bedenimiz orda burada dolanır amma

Çok hem de çok uzak yerde kalbimiz

Bir allı turna olsam, karlı dağları aşsam

Varsam bizim ellere, kendi göğümde uçsam

Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım

Püfür püfür bir vapurun yan tarafında

Şu an da İstanbul’da olmak var be anasını satayım

Yeni camide mısır atmak kuşlara

Köprüde balık ekmek yemek

Dolmuşa hadi gidelim demek

Ver elini Yenikapı ver elini Bebek, Tarabya

Şu anda oralarda olmak vardı ya

Şimdi İstanbul’da olmak vardı anasını satayım

Boğaz’da köhne bir iskelenin yamacında

Tabakta kavun, peynir kadehte buz gibi rakı

Dilinde yarı acı yarı tatlı bir şarkı

Şu anda İstanbul’da olmak vardı!

Benim derdimi dermanımı bilen yok

Yayılmışız dünyanın dört köşesine

Kiminin adresi Sidney kiminin Hamburg

Yaşamaya dört elle sarılmışız da

Yine de gözlerim dolu, yüreğim buruk

Başımı hiçbir zaman eğmedim amma

Yine de yüreğim yara, içimde boşluk

Minnacık tohum olsam savrulsam dönümlerce

Kış biter bahar gelir, açılsam yüz binlerce

Açılsam milyonlarca

Şimdi İstanbul’da olmak vardı.

Melike Demirağ’ın bu şarkısı ne güzel anlatıyor, İstanbul özelinde vatan özlemini.

Bir insanın bir yerde doğmak günahı olabilir mi? Sadece “başka” olduğu için göçe zorlanması, vatanından koparılması ne büyük acımasızlık. İnsanların aslında birbiriyle hiç derdi yok. Bir on yılcık birlikte yaşamalarına izin verilmiyor ki...

Filmi izlerken, “Bu dünya ne böyle yahu” diye deliresim oldu, çıldırasım oldu.

Çıldırsan da delirsen de boş. İnsanoğlunun huzuru Kaf­dağı’nın ardında...