Anılarımız...

Bu hafta gene, Kaliforniyadaki sınıf arkadaşım Ergun Kunteri misafir edeceğim köşemde, aşağıda okuyacağınız mektubunun satırları içinde, inanıyorum ki benim gibi, sizler de anılarınızla buluşacaksınız, evet gelin okuyalım;
Sevgili dostlar,
Gökyüzünden bir yıldız daha kayıp gitti. Rahpsody filminde Vittorio Gassman ona serenat yaparken, güzel gözlerine dakikalarca hayran hayran baktığımız, aşık olduğumuz Ellizabeth Tayloru kaybettik.
İşte burada ben de bir anımı yakaladım, Rahpsodyi Yeni Melek Sinemasında seyretmiştik, sinema o günün en gelişmiş ses düzeni ile teçhiz edilmişti, filmdeki keman soloyu salon duvarlarına gizlenmiş özel hoparlörlerden aktarmışlardı, sanki canlı bir orkestradan çıkan nameler salonu dolduruyordu...
Elizabeth Taylora, Baba ile Gelin filminde, Kızgın Damın üzerinde Kedi olduğunda, Giantda, Kleopatrada tekrar tekrar aşık olmuştuk. The Taming of the Shrew, Who is Afraid of Virginia Wolfda onun aşık olunacak, bizlerin de yıldızlara aşık olacak yıllarımız geride kalmıştı ama sanatına hayran olmuştuk.
Kayan bu büyük yıldız, hayallerimizin atmosferine girerken parlak bir ışıkla yanıp, yarım yüzyıl boyunca karanlıklara gömülmüş anılarımızı aydınlattı.
Biz, Erdem, Teoman (Özalp), Mustafa (Egel -Makinacı) ve ben Bursada lise öğrencisi iken her cumartesi öğleden sonra Tayyare Sinemasına giderdik. İstanbula gelince bu adetimiz evvela Atlas, sonra da Yeni Melek Sinemasında devam etti. Özcan mikropluk edip, filmin sonunu tahtaya yazsın, yazmasın, gidip o haftanın filmini mutlaka seyrederdik.
Ergun haftanın filmi deyince, o da bu satırları okuyunca hatırlayacak mutlaka, Çarşamba akşamları Yeni Melek Sinemasında, o haftanın filmine ait Gala Gecesi düzenlenirdi, bu gecede çok şık kıyafetleriyle Nişantaşı Sosyetesi gözleri doldururdu, biz ancak üçüncü kattakı duhuliyeye bilet alabilirdik ama, erken gelip girişte sosyetenin defilesini zevkle seyrederdik.
Sinema dünyası altın devrini 1950lerde ve 1960larda yaşadı. Biz çok şanslı bir nesiliz, dostlar, gençliğimiz, sinemaya gittiğimiz yıllar bu döneme rastladı, film dünyasının en ünlü artislerini, en güzel filmlerini seyrettik.
İnternetin, televizyonun olmadığı gençlik yıllarımızda sinema, dünyaya açılan penceremizdi. Başka ülkelerin insanlarının kültürlerini, yaşantılarını, aşklarını, dostluklarını, kavgalarını, harplerini, şehirlerini, kasabalarını sinemada görüp öğrendik. Seyrettiğimiz filmler bizlerde bilinçli, bilinçsiz, hayatımız boyunca kalacak izler bıraktı. Yıllar sonra, bir kısmımız sinemada seyrettiği ülkeleri görmeye gitti, bazılarımız bu ülkelerden birine gidip yerleşti.
Sigara tutmayı bize Humphrey Bogart öğretti, o sigara içiyor diye sigara içmeye başladık. Zamanımızın kızları James Deane aşıktı diye onun gibi olmaya çalıştık. Aramızda Clark Gable olma heveslileri vardı. Horlamaktan şikayet eden bir ahbabım, geçenlerde doktor, niye arka üstü yatıyorsun, diye sorduğunda, hiç düşünmeden John Wayne arka üstü yatardı diye cevap vermiş.
Bizim zamanımızdaki filmlerin sonunda hikayeler evlilikle sonuçlanır, yeni evliler kiliseden çıkarken kamera, üzerinde The End yazılı gökyüzüne dönerdi. Bana hep öyle gelirdi ki, eğer bir gün evlenirsem, gökyüzünde The End yazıldığını göreceğim ve bu, hayat hikayemin sonu olacaktı, bu korku yüzünden 43 yaşıma kadar evlenemedim.
Ne mutlu bizlere ki, sinemanın altın devrinde yaşadık, gençliğimizde sinema, dünyaya açılan penceremiz oldu.
Sağlıcakla kalın dostlar,
Ergun Kunter
İnanıyorum ki, bizim yaştaki okurlarımın benzer ve belki çok daha renkli anıları vardır, bu satırları okurken o güzel anılarının içine girmenin heyecanını yaşamışlardır, gençlerimiz belki, vay be..., belki de, hadi canım sende... diyerek yakınmışlardır.

Anılardan sıyrılıp, halen devam eden İstanbul Film Festivalinde gösterimde olan çağdaş sinemanın şaheserlerini izleyenler ise, kimin sinemanın altın devrini yaşadığına karar verirler, diyerek yazımı noktalıyorum.

Sayı: 779 - Sayı'nın Kapağı