Yarım yüzyıl göz açıp kapayıncaya kadar geçti. Yaşamak ve ardına baktığında hayatın kısacık gelmesi...
Ömrü kısa ya da uzun hissetmek biliyorum ki bir yanılsama. Ancak ömrü bölümlere ayırıp baktığında anlayabiliyorsun çok çileler çekip, çok güzel günler geçirip, çok mücadeleler verdiğini. Çocukluk, okul, iş, evlilik derken doğumlar, hastalıklar, ölümler; zaferler, yenilgilerle yaşanılan ömürde sevinç ve gözyaşı ile edinilmiş bir sürü tecrübe... İnsan tam da “Hayatı biraz öğrendim” derken tası tarağı toplayıp göçüyor bu dünyadan.
Ah, diyorum, keşke ömür 150 sene olsaydı. Öyle olsaydı da biliyorum ki “Keşke 300 sene olsaydı” diyecektik. Çünkü tecrübe hiç bitmeyen bir serüvendir. Ölüm kaçınılmaz. Tam olarak algılamazsak da bunu bilerek yaşıyoruz… Benim içimi acıtansa insanın ölmesinden çok, edindiği tecrübenin yok olması.
Tecrübeyi tanımlamam gerekirse yaşayarak edinilmiş, uygulanan bilgi diyebilirim. Burada dikkatinizi çekeceğim konu ise UYGULANMASI hususudur. Etrafınızda konuşulurken duymuşsunuzdur: “Filanca hiç tecrübe edinmiyor. Bak, yine başına aynı şey geldi.”
Yani biliyor (Çünkü kendi yaşadı) ama UYGULAMIYOR. Bir bilgi lazımsa ve uygulanmıyorsa değersizdir. Uygulanan en basit bir bilgi ise elmastan daha değerlidir.
Yabancı bir TV kanalında “Do or Die” (Yap ya da Öl) isminde bir program yayımlanıyor. Yaşanılan ölümcül olaylar üzerinden kurgulanan bu program, çok basit bir bilginin uygulamaya geçirilmesi hâlinde yaşamın devam etmesini konu ediyor.
Eğer bir bilgiyi uyguladığınız için yaşamınız sona ermiyor ise sorarım size: Bu bilginin fiyatı ne kadardır?
Bir tıp insanının ömrünün iki ay kadar sonra biteceğini kesin olarak öğrendiğinde ne yaptığını, ne düşündüğünü ve bu iki ayı nasıl geçirdiğini anlatan bir yazı okumuş ve bu yazıdan çok etkilenmiştim. Yazıda hatırladığım kadarıyla ve özetle şöyle diyordu:
“Ölecektim. Ben bir cerrah ve tıpçıydım. Bu netti. Bu seviyedeki bir kanser hastasının kurtulması mümkün değildi. Büroma geldim, koltuğuma âdeta yığıldım. Hayatım sona eriyordu. Buna sadece bir an üzülebildim ve hemen attım üstümden bu üzüntüyü. Herkes gibi ben de zaten bir gün ölecektim. Kitaplarıma gözüm ilişti. Kütüphanemdeki yüzlerce kitap, öğrenilmiş ve uygulamaya geçirilmiş bir sürü bilgi de benimle birlikte ölecekti, öyle mi? Kim olsa, son iki ayını en güzel şekilde geçirmek ister, değil mi? Ben de öyle yaptım. Hiç ölmeyecekmiş gibi hastalarımla ilgilenmeye devam ettim ve notlar almaya başladım, benden sonraya kalsın diye. Hızlıca ve ‘Ben bunu niye daha önce yapmadım?’ hayıflanmasıyla…”
Bir mucize olmuş, iki aylık ömrü ikiye katlanmış, bu mücadele onu dört ay yaşatmıştı. Bu tıp adamının ismini hatırlayamadım, bulamadım da. Sadece bende derin bir izi kaldı.
Yaşanılarak öğrenilen bilgi en önemlisidir. Ancak akıllı bir insan başka hayatların tecrübelerinden de faydalanır ve bunları hayatında kullanır. Kullanılacak ilk tecrübe ise anne ve babanın tecrübeleridir. Onların söylediklerini sonradan, yaşlandıkça hatırlar insan. “Babam demişti” der, “Beni uyarmıştı. Bak, doğruymuş.”
Benim bile burun kıvırdığım basitlikteki bilgileri dahi paylaşmıştım kitabımda. Çünkü ben artık biliyorum ki bana basit gelen bir bilgi belki de bir insanın hayatını kurtarır. Yap ya da öl mantığıyla öyle bir kıvılcım çakar ki iş hayatında yok olunup gidilecekken belki de dünya çapında bir değerin sahibi oluverilir.
Bazılarınıza belki bu sözlerim iddialı gelebilir!
Ancak unutmayınız: En basit bilgiler bile paylaşılacak kadar değerlidir.
Sevgi, saygı ve muhabbetle...