TOPLAMA

Bir Amerikan filmi izliyorum. Film, adından da anlaşılacağı gibi, aniden geliveren 40 yaş bunalımını kadın ve erkeğin penceresinden anlatıyor.

Yıl 2012. Tertemiz, pürüpak ortamlar.

Fakir fukara yok. Ailenin en yardıma muhtaç büyükbabası bile kocaman bir evde, kendinden 15 yaş küçük eşiyle, üçüz üç minik veletle, neşe içinde yaşıyor. Tam bir Amerikan rüyası.

Bu rengârenk filmi izlerken bir yandan da düşündüm:

“Ey Dünya adlı gezegen ne garipsin! Üstünde maymun avlayıp yarı çiğ yiyen insan da var, kırk yaş bunalımına girecek kadar refah içinde yaşayan da var. Birinin marketi içinde yürüyen her türlü canlının olduğu doğa; diğeri yememek yani diyet yapmak için kekleri çöpe atıyor.”

Herkes niye refaha ulaşamıyor? Ya da refahtan ne anlıyoruz? Afrika’da, önünde bir bez parçasıyla ne bulursa avlayıp yiyen kabile üyelerinin attığı kahkaha, bir şempanzenin kulağını yerken aldığı lezzet ve ağzını şapırdatması refah değil mi? O da onun refahı.

Son zamanlarda yetmişli yılları çok düşünüyor ve özlüyorum. O ambargo yıllarında bile pazarda bir bereket vardı. Turfanda yoktu. Ama her şey doğal ve boldu. Bursa’nın kenar mahallesinde oturan tüm mahalleli evlerine sebzeler meyvelerle gelir; kasa kasa domates salça olur, reçeller, turşular yapılır kışa hazırlanılırdı. Bugün aynı gelir seviyesinde biri pazardan bu şekilde alışveriş yapamaz. Para azdı ama çok iş görüyordu.

O günlerde hiçbir şey atılmaz, dibine kadar tüketilirdi. Sokakta hiç şişman insan yoktu. Biraz göbeklenmiş insana, “Çok kilo aldın ama yakışmış,” denirdi. Ortalama bir insan şu an Afrika’da bir kabilede yaşayan bir insanla aşağı yukarı aynı fiziğe sahipti. Şeker hastası kimse yoktu. Hatta bu hastalığın adını bile duyan olmamıştı.

Yetmişli yılların en çok nesini özlüyorsun diye sorsanız, hiç tereddüt etmeden “ekmeğini” derim. O, odun fırınında pişmiş yuvarlak ekmeğini... Dörde bölersin, mis gibi kokar. Dışı çıtır, içi gözeneklidir. Ve asla beyaz değildir. Francalı uzun ve beyaz ekmek çıktı, mertlik bozuldu.

“Eyvah Yaş Kırk” filmini izlerken yine yetmişli yıllara gittim. Akşam yemeği sonrası komşunun evindeyiz. Televizyonda Tatlı Cadı var. Her yer tertemiz, rengârenk. Siyah hiçbir şey yok. Hatta siyahi oyuncu bile yok.

Evin erkeği Darren jilet gibi, Samantha şıkır şıkırdı. Biz Amerika’yı öyle görüyorduk: bir rüya ülkesi.

Tatlı Cadı’daki o jilet gibi Darren karekterini oynayan Dick York, o üne ve refaha rağmen çok zor günler yaşamış; tuvalet bile temizlemiş, sefalet içinde ölmüşse de biz bunu görmüyor ve bilmiyorduk. Yani madalyonun öbür tarafı… Amerikan rüyasının kâbus tarafı.

İnsanlar üç yaşta yaşlılık travması yaşarlarmış: 40, 60 ve 80. Bu travmalar aslında o dönemlere denk gelen ani biyolojik çöküntülerle ilgiliymiş. Duygu bedeni etkiler de beden duyguyu etkilemez olur mu?

Ben kırkları gördüm, yaşadım. Şimdi altmışları yaşıyorum. Geçen gün izlediğim Sylvester Stallone’nin hayatını anlatan SLY filminde Stallone yer yer kendini anlatıyor. Bir yerde şöyle bir laf etti:

“Hayat, kırka kadar toplama; kırktan sonra çıkarmadır.”

Evet anneler, babalar ölüyor. Çocuklar büyüyor, evden uçuyorlar. Dostluklar örseleniyor, arkadaşlar bu dünyadan göçüyor. Benim gibi şanslı olanlar büyük sofralarda çocuklarıyla, torunlarıyla, kıymet bilen akraba ve dostlarıyla toplanıyorlar. Ve benim gibi şanslı olanlar, yitirdiklerini bir yandan yâd ederken toplamaya da devam ediyorlar.

Sağlıcakla kalın sevgili okurlarım.