MEYDANA GEL MEYDANA

Geziye çıkmak, yaşadığın kalıptan çıkmaktır. Bu yüzden unutulmaz, sarsar, etki eder, öğretir, dinlendirir, zamanı yavaşlatır. Ve insan bir geziden döndüğünde artık aynı insan değildir. Hele Özbekistan gibi bir ülkeye gidip üç muhteşem şehri dört güne sığdırınca kalbinin ritmi, sinir sistemin, duyguların değişir.

Duygularımın allak bullak olma haliyle yazıyorum size, sonbaharda yaptığımız bu geziyi. Özbekistan’ın tüm parklarında, bahçelerinde savrulan sonbahar yaprakları gibi savruluyor duygularım. Bu yüzden -diğer gezi yazılarımda olduğu gibi- Taşkent, Semerkant, Buhara ve son olarak Taşkent’le tamamladığımız bu geziyi sırasıyla anlatmayacağım. Ve yine yazım kendi başlığını kendi atacak.

Özgür ve yeni Özbekistan’ın geçmişini Timur’a payandalaması kadar olağan bir şey yok. Çünkü Timur, onun soyu ve eserlerini bu coğrafyadan çıkardığınızda geriye görünürde pek bir şey kalmıyor. Eski Sovyet Rusyası’nın o soğuk yüzü, muhteşem tren istasyonları, parkları, bahçeleri ve binaları… Başlı başına bunlar bile önemliyken, bir de üstüne örneğin Semerkant’taki Timur’un Registan Meydanı’nı, meydanda bulunan Uluğ Bey, Tilla Kari ve Şir-Dor Medreseleri’ni; Buhara’daki Kalân Meydanı’nı, Taşkent’teki Hazreti İmam Meydanı’nı koyarsanız ortaya olağanüstü bir medeniyet mirası çıkar.

Timur’un birçok fatihten farkı, kendi inşa etmese bile geçmişten kalma eserlere saygı duymasıdır. Geçmişten öykünür ve hep geleceğe bakar. Bir yeri fethetmeye gitmek, aslında orayı yağmalamaya; taşınabilir ne varsa talan etmeye gitmek demektir. Bunun mikro anlamda eşkıyalıktan hiçbir farkı yoktur. Ne yazık ki dün de bugün de sistem bu şekilde işliyor. Adına fethetmek, cihad etmek, demokrasi götürmek ne dersek diyelim, insanlar bunun sonunda mallarından, namuslarından, yurtlarından ve canlarından olurlar.

En yakın tarihte Saddam’ın talan ettiği ve onun elinden de ABD’ye geçen Kuveyt altınları ile Irak ve Suriye petrolleri buna en canlı örnektir. Sonunda zavallı halkların elinde kalan hep kan ve gözyaşıdır. İnsanın ortaya çıktığı o günden beri süren bu talan ve yağma düzeni bitmeden kimse bana insanın “özel” bir canlı olduğunu söylemesin.

Timur ve Yıldırım arasındaki savaş tarihin en önemli olaylarından biridir.

Emir Timur, bir yere doğrudan saldıran, yakıp yıkan biri değildir. Sakince o bölgeyi araştırır, istihbarat toplar. Bölgenin güç dengeleri ile görüşür, istişare eder. Sonra ordusuyla kapısına dayanır. Önce beyaz bir bayrak açtırır. Bu, “Konuşalım, savaşmayalım, kan dökmeyelim.” demektir. Tabii ki teslim olmak şartıyla.

İkincide kırmızı bayrak açtırır. Bu, “Tehlike geliyor, hâlâ bir şansınız varken gelin anlaşalım.” demektir.

En sonunda, ölümün rengi olan siyah bayrak açıldığında artık her şey için çok geçtir.

Yıldırım Beyazıt, sonradan adının önüne geçen bir “yıldırım” gibidir. Gençtir, ataktır, hızlıdır. Bu özelliği sayesinde Balkanlardan Ege’ye kadar birçok yeri Osmanlı toprağı yapmıştır. Bu yüzden kibri her geçen gün artmış, Anadolu Beylikleri’nin tamamını rahatsız eder hâle gelmiştir.

Timur ve Yıldırım arasındaki savaş tarihin en önemli olaylarından biridir. Timur’un yazdığı bütün uzlaşma mektuplarını Beyazıt en ağır hakaretlerle cevaplar. Son mektuptan sonra savaş artık kaçınılmazdır.

Timur’un, Hoca Nasrettin kıssasında da geçen meşhur filleri vardı; yani o devrin tankları. Ordusu, kendine dönen ve onun yanında saf tutan Germiyan, Aydın, Menteşe, Saruhan gibi beyliklerle Yıldırım Beyazıt’ın ordusunun iki katından bile fazlaya çıkmıştı. Yıldırım adına yaraşır şekilde atıldı. Ve bir kovalamaca başladı.

Timur, artık 66 yaşında olan, bir sürü cenk eylemiş, tecrübeli ve bir o kadar da savaş sanatını bilen biriydi. Yıldırım’ın ordusunu yordukça yordu. Hava sıcaktı. Atlar ve askerler susadı, bunaldı. Tam o anda Timur filleriyle taarruza geçti. Daha önce hiç fil görmemiş Yıldırım’ın atları ürktü. Ve işte şimdi, kıyım zamanıydı. Henüz kırklı yaşlarının başında olan Yıldırım Beyazıt, oğlu Musa ile birlikte maalesef yakalanıp esir düştü.

Timur’un huzuruna getirildiğinde, bir rivayete göre:

“Kaderimde esir düşmek varsa, bu şerefi ancak senin gibi bir hükümdara nasip ederim.” dediği söylenir.

Yine bir rivayete göre:

Ankara Savaşı’ndan sonra Timur, bir gün otağında oğlu Miran Şah’la (bazı kaynaklara göre Şahruh’la) satranç oynuyormuş.

Tam bu sırada, esir düşen Yıldırım Bayezid’in durumu konuşulmuş.

Timur, satrançta hamle düşünürken oğlu şöyle demiş:

“Baba, Bayezid’i neden serbest bırakmıyorsun? O da büyük bir hükümdardı.”

Bunun üzerine Timur bir an durmuş, satranç taşlarına bakmış ve şu cevabı vermiş:

“Evlat, ben onun gibi aceleci olsaydım, şimdi bu taşlar değil, tahtlar devrilirdi.”

Bazı rivayetlerde bu söz daha kısa biçimiyle geçer:

“O bir hamleyi düşünmeden yaptı, ben her hamleyi yüz kere düşünürüm.”

Bu hikâye tarih kitaplarında birebir belgeye dayanmaz; ama Timur’un stratejik aklını, Bayezid’in ise süratine ve cesaretine gönderme yapan sembolik bir anlatıdır.

(Gezi yazısı mı tarih yazısı mı diye sormadan önce bu serinin ikinci yazısı olan “Az gittik, uz gittik” başlıklı yazımda dediğimi yine diyeyim:

‘Timur’a tosladım ne yapayım?’)

Okumaya, araştırmaya başladığım o ilk gençlik yıllarımdan beri “Türkler niye bu kadar ayrıldı, niye bu kadar bölündü?” diye düşünürüm ve üzülürüm. Şimdi de aynı duygular içerisindeyim. Türkleri birleştirme ülküsünde olan en büyük Turancı bir Enver Paşa’mız vardı. O da Yıldırım gibi çok aceleciydi. Biz Türkler birleşemeyiz. Hele bir kere bölündük mü asla.

Oysa “bekleyen akıl” Timur ile “koşan yürek” Beyazıt birleşebilseydi, acaba şu anda Çin diye bir yer olur muydu? Onu bilemeyiz ama tarih kesinlikle başka bir şekil alırdı. Belki de şu anki haritalar bile böyle olmazdı diye düşünüyorum.

Registan Meydanı’na hem gündüz hem gece gittik. Merdivenlere oturup o muhteşem yapıları izlerken, ‘Bizde neden böyle meydanlar yok?’ diye geçirdim içimden. Sonra kendi kendime, “MEYDANA GEL MEYDANA” dedim. Hem gece hem gündüz o mavi kubbelere bakıp gözlerimi ve ruhumu dinlendirdim.

Özbekistan’a kaldığım yerden devam edeceğim.

Şimdilik hoşça kalın sevgili okurlarım.